Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


ABD’de serbest piyasacı bir söylemle iktidara gelen Bush yönetimi, bugüne kadarki icraatıyla, bu söylemle çelişen bir uygulamalar dizisine imza attı. Piyasa ekonomisinin en iyi işlediği ülke olarak bilinen ABD’de son bir yıl içinde yaşananlar, devletin ekonomiye müdahalesinin ve korumacılık anlayışının hangi boyutlara varabildiğini gözler önüne serdi.
Bush yönetimi önce cömert bir vergi indirimiyle ekonomiyi canlandırmak istedi. ABD Merkez Bankası (Federal Rezerv) faizleri 11 kez düşürerek ekonomiyi canlandırma çabalarına katkıda bulundu, 11 Eylül sonrasında mali sistemde bir çöküşü önlemek için muazzam bir likidite artışı sağlandı. Bush yönetimi 11 Eylül sonrasında sıkıntıya giren özel havayolu şirketlerini ayakta tutmak için 15 milyar dolarlık devlet desteği sağladı. Başkan Bush son olarak da, verimsizlik şampiyonu entegre demir - çelik sanayiini ayakta tutmak için yüzde 30’a varan ithalat vergileri koyarak dünyaya karşı bir gümrük duvarı ördü.
Sonbaharda yapılacak Kongre ara seçimlerinde demir - çelik sanayii çalışanlarının ve emeklilerinin desteğini sağlamak için alındığı anlaşılan bu karar, rekabet düzeni, piyasa ekonomisi ve serbest ticaret adına bize öğretilen tüm ilkelere aykırı. Demek ki gücü olan ilke ve kural tanımıyor, bildiğini okuyor; bizim gibi güçsüz olana ise "devleti ekonomiye karıştırma, verimsiz sektörleri tasfiye et, ticareti serbestleştir" diye şart koşuyor.

Türkiye’deki temaslarına bu kez İstanbul’dan başlayan IMF (Uluslararası Para Fonu) heyetinin bu temaslarından şöyle bir izlenim çıkmış, anladığım kadarıyla: "Siz mutabık kaldığımız programı eksiksiz uygulayın, enflasyonu hedeflenen noktaya düşürün; enflasyon düşünce büyüme de kendiliğinden başlar", havasındaymış IMF heyeti. Büyümeyi hızlandırmak için farklı bir şeyler yapmanın gereğine ise hiç inanmıyormuş IMF.
Bunları duyunca "hayat bazen ne kadar da sıkıcı olabiliyor" diye geçirdim içimden. Bu hikayeyi kaçıncı dinleyişimdi kimbilir? Kaç kez buna benzer programları uygulamaya kalkışmıştı Türkiye ve her defasında şu ya da bu nedenle yarı yolda vazgeçmek zorunda kalmıştı. Ve biz sevgili enflasyonumuzla inişli çıkışlı yolculuğumuza devam etmiştik. Şimdi bütün bu hikayeleri belleğinde taşıyan Türkiye’ye "enflasyonu düşürün, gerisi kolay" mesajını vererek umut aşılamaya çalışıyoruz. Hedefe çok yaklaştığımızı sandığımız 2000 yılının ve sonrasının bütün anıları ve acıları taptaze gözümüzün önündeyken bu mesajın insanlara umut vermesi, inandırıcı olması mümkün mü, doğrusu bilmiyorum.

Teori ve gerçekler
IMF’nin yıllardır savunduğu bu çıkış yolu, çok da karmaşık olmayan bir sebep - sonuç ilişkisine dayanıyor aslında. Buna göre enflasyon düştüğünde reel faizler de düşecek, ayrıca makroekonomik istikrar sağlanmış olacak ve firmalar için uzun vadeli plan yapma olanağı doğacak. Enflasyon düşerken reel gelirler de artacağı için piyasalar canlanacak, özel sektör yatırımları artacak. Büyümenin hızlandığı ve istikrarın sağlandığı ortamda yabancı yatırım sermayesi Türkiye’ye akmaya başlayacak ve büyümeye, istihdama katkıda bulunacak. Kağıt üzerinde mükemmel görünen bir senaryo ama biz bunu bir türlü sonuna kadar uygulayıp meyvelerini toplayamadık. Enflasyondaki düşüşün özel sektörü motive edeceği, yatırımları kamçılayacağı noktaya bir türlü gelemedik. Bu nedenle o noktaya gelindiğinde, bu ortamın bizim özel sektörü gerçekten motive edip etmeyeceğini de bilmiyoruz. Bütün bunlar üzerinde durulması gereken olgular.
En taze bir örnek olarak 2000 yılında uygulanan programı ele alalım. Özel sektörden çatlak sesler, "yeter artık, bizi bu kadar da sıkmayın" feryatları ne zaman yükselmeye başladı? Enflasyonun 12 aylık bazda yüzde 30’lara indiği noktada başladı. Enflasyonsuz yaşayamayacaklarını hissedenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. Gerçi özel sektörün bir kesimi programda ısrar edilmesini savundu ama bu da durumu kurtaramadı. Özel sektör, düşen enflasyona uyum sağlayacak biçimde yeniden yapılanmayı gerçekleştiremeden krize sürüklendik.

Enflasyon kumarı
Şimdi bunca olumsuz denemeden sonra, üstelik bu kez dalgalı kur rejimindeyken, özel sektörün bu uyumu sağlamasını beklemek ve bütün umutları enflasyonun düşmesine bağlamak bir tür kumar oynamak olmuyor mu? Son bir yıl içinde yapılan yapısal reformları, banka sistemindeki temizliği, kamu maliyesindeki çabaları yabana atmıyorum ama asıl önemli engelin, Türkiye ekonomisinin yapısından kaynaklanan engelin aşıldığına inanmış değilim.
Önceki deneylerin de gösterdiği gibi Türkiye ekonomisinin bugünkü yapısıyla enflasyonsuz büyümeye geçmesi olanaksız. Önce geniş çapta zayiat da verilerek bu yapının değişmesi sağlanacak. Enflasyonsuz yaşayamayan firmalar ve bankalar sistem dışında kalacak, kaynaklar sağlıklı firmalara akacak ve enflasyonsuz büyüme başlayacak. Kağıt üzerinde gene cazip bir senaryo. Ancak bu senaryoya göre tasfiye olması gereken firmalar ve üreticiler acaba kuzu kuzu kaderlerine razı olup piyasanın kanununa boyun mu eğecekler, yoksa bağlı bulundukları örgütleri, dernekleri ve siyasal partileri harekete geçirip ortalığı ayağa mı kaldıracaklar? İzlenen politikaların "milli sanayii yıkmayı hedefleyen IMF politikaları" olduğunu iddia edip "Kuvayı Milliye" cephesinin daha da güçlenmesini mi sağlayacaklar? Ve tüm bu etkiler sonucunda program bir kez daha yarıda mı kalacak?

Yılsonu sendromu
Şimdi bir an için hükümetin ve toplumun büyümeyi unutup enflasyonu düşürme hedefine odaklandığını ve 2002 yılı sonuna doğru enflasyonun bir kez daha yüzde 30 sınırına indiğini varsayalım. Asıl kıyamet ondan sonra kopmayacak mı?
Her neyse, bu işe pek aklım yatmıyor benim. Kaderini enflasyondaki düşüşe bağlayan bir programın başarılı olabileceğine pek inanamıyorum. Yıllardır enflasyonun zararlarını anlatmaktan helak olmuş biri olarak şimdi "enflasyonla yaşayalım" diyecek halim yok ama geçirmemiz gereken yapısal değişimi gerçekleştirmek için farklı bir şeyler yapmamız gerekmiyor mu diye düşünmeden de edemiyorum.

Benim gençliğimde haftalık aktüalite dergilerinin özel bir önemi vardı Türkiye’de. Örneğin Metin Toker’in Akis dergisi bir dönemde Ankara’nın havasını en iyi yansıtan, politikanın nabzını tutan yayın organı olarak ellerden düşmezdi. Yankı’yı ve Nokta’yı da bir süre sürekli izledim. Daha sonraki yıllarda ise her hafta mutlaka bakmak ihtiyacını duyduğum bir dergi yayımlanmadı. Aktüel’de, Tempo’da zaman zaman ilgimi çeken konular oldu ama bir bütün olarak beni cezbeden bir karışım bulamadım. Dostum Kerem Çalışkan geçen yıl Tempo’unun yayın direktörü olduğunda ona da anlattım bunları; kendisi uzun soluklu bir iş planı yaptığını, ancak belli bir süre sonra belki beni de tatmin edecek bir dergi çıkartabileceğini söyledi. Tempo’nun son sayısına bakarken bunları hatırladım ve gelecek sayıyı merakla beklemeye başladım. Tempo bu haliyle, benim için her hafta alınacak bir dergi olmaya aday görünüyor.