Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Komplo senaryolarına ne kadar meraklı olduğumuz son haftalarda bir kez daha anlaşıldı. Bu tür senaryolara pabuç bırakmayacağını sandığım kişiler arasında bile komplo senaryolarının rüzgarına kapılıp yazılar yazanlar, açıklamalar yapanlar oldu. Onlara göre bazı dış güçlerle iç güçler sinsice bir plan yapıp medyayı da arkalarına almışlar ve hiçbir sağlık sorunu bulunmayan Başbakan Ecevit’e ve MHP’ye karşı bir komplo tezgahlamışlardı. Bu komplonun amacı Ecevit’i ve MHP’yi devre dışı bırakarak Türkiye’nin yönetimini dış güçlere ve onların yerli işbirlikçilerine teslim etmekti. O halde komploculara karşı Ecevit’i ve MHP’yi savunmak vatanını milletini seven her Türk’ün doğal görevi haline geliyordu.
Son günlerde yaşananlar ise farklı bir komplonun uygulamaya konduğunu düşündürüyor bana. Bu komplonun hedefi Ecevit değil Kemal Derviş. Derviş’i zor tercihlerle karşı karşıya getirip hata yapmaya ve zikzak çizmeye zorlayarak itibar kaybına uğratmak isteyenlerin planı fevkalade başarılı uygulandı şu ana kadar. Derviş yıpratılıp hükümet dışına itilince, IMF desteğiyle uygulanmakta olan programın başarı şansı sıfıra inecek, piyasalardaki kriz derinleşecek ve "bu iş IMF ile olmuyor, biz bağımsız politika izleyelim" diyenler sahaya çıkacak. Ondan sonrası için felaket tellallığı yapmayayım ama bu da benim komplo senaryom işte.

Milliyet ve Sabah gazetelerinin önceki günkü manşeti aynıydı: Her iki gazete de İsmail Cem önderliğindeki "yeni oluşum"un hedefinin "çağdaş çoğunluk" olduğunu belirtiyordu. Hürriyet ise Cem, Özkan ve Derviş’le yapılan röportajlardan çıkardığı mesajı "Bunu halk istedi" manşetiyle özetlemişti. "Troyka" diye anılmaya başlanan Cem, Derviş, Özkan üçlüsünün, halkın desteğini arkalarına alarak siyaset sahnemizde yeni bir rüzgar estirebileceği inancının, en azından yazılı medyanın hakim tepelerinde kabul gördüğü anlaşılıyordu. Milliyet’teki bir habere göre, İngiltere’nin ünlü Financial Times gazetesi de "Dışişleri Bakanı Cem, Türkiye’de AB taraftarı ‘rüya takım’a liderlik edecek" başlığını kullanmıştı. Gazete haberlerine göre, piyasalar ve borsa da "yeni oluşum"u olumlu bir gelişme olarak değerlendirmiş ve haftanın son işlem gününde dolar durulmuş, borsa yükselmişti.
Türkiye’nin ancak Avrupa Birliği içinde yer alarak gelişebileceğini ve küresel düzende kendine iyi bir yer bulabileceğini düşünenler için umut verici sayılabilirdi bu gelişmeler. "Yeni oluşum"un Türkiye’nin önünü tıkayan siyaset çıkmazının aşılması için önemli bir fırsat yarattığı da söylenebilirdi. Cem’in dış politikadaki, Derviş’in ekonomideki, Özkan’ın siyasal örgütlenmedeki deneyimleri ve Cem - Derviş ikilisinin dış dünyadaki itibarı başarı için gerekli sinerjiyi yaratabilirdi.

Halkın ve medyanın desteği
Bütün bunlar iyi güzel de bu "umut senaryosu" çeşitli nedenlerle pek inandırıcı gelmiyor bana. Yapılan varsayımlarda biraz hayalcilik, kurulan ilişkilerde bir iğretilik var sanki. Yarış başladığında, "Yeni Oluşum Troykası"nın üç küheylanının birbirleriyle ne kadar uyumlu adım atacağını da bilmiyoruz henüz.
Bana biraz hayalci gelen varsayımların birincisi "yeni oluşum"un arkasında "yoğun halk desteği" bulunduğu varsayımı. İsmail Cem’in ankete katılanların % 56’sının "yeni oluşum"a oy vereceği sonucunu veren bir internet anketinden de cesaret alarak, yapılacak ilk seçimde birinci parti haline geleceklerini söylemesi, tek başına iktidar olmaktan söz etmesi, hayalciliğin ötesinde, tavır olarak da ters geldi bana. "Yeni oluşum" toplumun hiç değilse bir kesiminde umut rüzgarları estirmiş olabilir ama bundan yola çıkarak böyle mega iddialar ortaya atmanın Cem’in önemsediği ciddiyetle ne kadar bağdaştığını merak ediyorum doğrusu.
Cem ve "yeni oluşumöcular, medyanın hakim tepelerinde gördükleri yaygın ilgiyi ve desteği, ayrıca sesini iyi duyurabilen kesimlerden gelen destek mesajlarını "halkın yaygın ilgisi" olarak algılıyorlarsa büyük bir düş kırıklığı yaşayabilirler. Bana öyle geliyor ki sözünü ettiğim çevre ve kesimlerden yaygın destek gören bir siyasi hareket için, ilk bakışta avantaj gibi görünen bu durumun bir noktada dezavantaj haline gelmesi de mümkün. Halkın bütün kesimlerini kucaklama iddiasındaki bir siyasi oluşumun büyük medya ile aynı frekansta görülmesi sonuçta hiç de lehine olmayabilir.

Batı ile bütünleşme hedefi
Halkımızın yaklaşık üçte ikisinin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasını istediğini gösteren anket sonuçlarını yabana atmıyorum ama bugün gelinen noktada, Türkiye’nin sorunlarını Avrupa’nın normlarına uyum sağlayarak, dünya ile bütünleşerek, küresel rekabette öne çıkarak aşacağını düşünenlerin ağır bastığı bir ortam yok Türkiye’de. Tam tersine bugün Türkiye’de yaşanan sorunların, dünya ve Avrupa ile bütünleşme çabalarından, IMF programlarından, yabancı sermaye tahakkümünden kaynaklandığını düşünenlerin giderek güç kazandığını ve bu görüşleri savunanların ilgi gördüğünü fark etmemek olanaksız. MHP, uygulamaya koyduğu "B Planı" ile yeni hedefini bu doğrultuda belirlerken Ecevit’in ve DSP’nin şimdi içine çekilmek istendiği ulusalcı çizginin, solun içinde değişik grupların ve bu noktada bir fırsat görerek biraz da siyasetçilik oynamaya heves eden Cem Uzan’ın hep bu ilgiden ve yükselen ulusalcılık dalgasından esinlendiği söylenebilir.
Eğer bu saptama doğruysa, ulusalcılık dalgasının etkisi giderek daha fazla hissediliyorsa, o zaman Avrupa ile bütünleşmeyi, IMF programını eksiksiz uygulamayı, küresel rekabete daha fazla açılmayı ve daha fazla yabancı sermaye çekmeyi hedefleyen "yeni oluşum"un bir anda siyaset sahnesine hakim olması, birinci parti haline gelmesi beklenebilir mi?

Örgüt ve efsane
Bütün bunların ötesinde tek başına iktidar ya da iktidar partisi olmayı hedefleyen bir siyasi oluşumun ülke çapında örgütlenme sorununu kısa sürede çözmesi ve lideriyle, adıyla, kimliğiyle, sloganlarıyla geniş kesimleri yakalayacak, kucaklayacak bir efsane yaratabilmesi gerekli. Turgut Özal, 1983 yılının kendine özgü koşullarında bunu başarabildiği için Anavatan Partisi’ni tek başına iktidara taşıyabildi. Şimdi gündemde olan "yeni oluşum" ise bu bakımlardan da fazla umut vermiyor bana.

Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi’nin bu hafta Ankara’ya yapacağı ziyareti 18 Temmuz’da Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn’la birlikte ülkemize gelecek olan dünyanın önde gelen işadamlarının ziyareti izleyecek ve Türkiye "umut veren ülke" olarak dünyanın gündemine oturacak. 2001 yılında yaşadığı derin krizden sonra gösterdiği sıra dışı performansla 2002 yılında yeniden büyümeye geçen Türkiye ekonomisinin gelişme potansiyelini tartışmak üzere ülkemize gelecek olan ünlü işadamlarının, Romano Prodi’nin Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme perspektifi konusunda vereceği olumlu sinyallerden de etkilenerek önemli projeleri tartışma gündemine getirmeleri bekleniyor. Bu görüşmeler sonucunda gündeme gelmesi beklenen yatırım projelerinin yanı sıra, bu ziyaretlerin yaratacağı olumlu havanın Türkiye’nin uluslararası kredi notunu da olumlu yönde etkileyebileceği ve Türkiye’nin daha iyi koşullarla borçlanmasına olanak hazırlayacağı belirtiliyor. (Bilindiği gibi bunların hiçbiri olmayacak, Türkiye’deki kargaşa tüm bu ziyaretlerin iptaline yol açtı).