Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Yeni binyılın ilk büyük utancı olarak tarihe geçecek olan Irak savaşı herhalde başlamak üzere. Belki de 700 - 800 bin dolayında askerin katılması söz konusu bu savaşa. Savaştan şu ya da bu şekilde etkilenecek olan sivillerin sayısı ise bunun kat kat üstünde. Bu savaşta kullanılması düşünülen silahların yol açabileceği korkunç tahribatı ise düşünmek bile çıldırtıyor insanı.
ABD, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulmasına katkıda bulunduğu uluslararası düzeni yıkmayı göze alarak Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirmek isterken Türkiye yanı başındaki bu büyük hesaplaşmaya, içeride ve dışarıda güven yaratamamış bir iktidarla giriyor ne yazık ki. AKP yetkilileri belki de iyi niyetli açıklamalar yapıyorlar ama Türkiye’nin temel tercihlerinin ve hedeflerinin ne olduğunu kimse bilmiyor hala. Şekilde görüldüğü gibi, AKP’nin kendi içinde bile bir güven bunalımı yaşanırken AKP ile Cumhurbaşkanı, askerler, iç kamuoyunun hiç değilse bir bölümü arasında da karşılıklı bir güvensizlik söz konusu. Hemen herkes, öncelikle burnumuzun dibindeki çıkması olası yangına karşı alınacak önlemleri değil diğerlerine karşı takınacağı tavrı düşünüyor. Biz bu güvensizlik kısır döngüsünü aşmadan savaşın etkilerine maruz kalırsak bundan kim kazançlı çıkar, bilmiyorum.

Kimi sözcükler, kavramlar ya da sorular, belli dönemlerde ve belli toplumlarda kafaları fazlaca meşgul edebiliyor, insanları derinden etkileyebiliyor ve tepki vermeye itebiliyor. Bunun böyle olduğunu çoğu kez o soruları sorduğunuz ya da o anahtar sözcükleri ve kavramları kullandığınız zaman karşınıza çıkan tepki seli sayesinde anlayabiliyorsunuz. Arkadaşımız Meral Tamer, bir süre önce yazdığı bir yazının başlığında "Neden kalkınmış tek Müslüman ülke yok?" sorusunu sorunca işte böyle bir tepki seliyle karşılaştı. Farklı kesimlerden, farklı mesleklerden, hatta farklı ülkelerden insanlar mesajlar yağdırdılar, soruya kendi bakış açılarından yaklaşarak fikirlerini ortaya koydular. Köşesini on gün süreyle bu konuya ayırdığı halde okurlardan yansıyan fikirlerin ancak küçük bir bölümüne yer verebilen Meral bu diziyi şimdilik noktalamak istiyor ama tepkiler ve katkılar yağmaya devam ediyor.

İLGİ NEDEN YAYGIN?
Bu sorunun gördüğü yaygın ilgi, neredeyse sorunun kendisi kadar ilginç geldi bana. Sorunun bu denli ilgi görmesinde, Türkiye’nin kalkınma çabalarının çıkmaza girmiş göründüğü ve İslamcı gelenekten geldiği düşünülen bir siyasi partinin iktidarda olduğu bir dönemde sorulmuş olmasının da payı olabilir belki diye düşündüm. Ama bunların ötesinde başka nedenler de olmalıydı. Türkiye aslında kalkınma yarışında öne çıkma ve dünyayla boy ölçüşme özleminin yaygın olduğu bir Müslüman ülkesiydi ve belki de bu nedenle, bu özlenen hedefe neden varılamadığını, bunun Müslümanlıkla bir ilintisinin bulunup bulunmadığını sorguluyordu insanlar. Ayrıca hedef aldığımız Batı toplumlarına göre "geri" kalmış olmamızı dinsel bağnazlığın frenleyici etkisiyle açıklayan bir akım bulunduğu gibi, tam tersine Hıristiyan Batı’nın önleyici ve sınırlayıcı etkisinin İslam ülkelerinin kalkınmasını önlediğini iddia edenler de vardı.
Ben ekonomi öğrenimi görmeye başladığım 1960’lardan bu yana, neredeyse kırk yıldır hızlı kalkınmanın sırlarını ya da kalkınamamanın nedenlerini keşfetmeye uğraşan biri olarak Meral’in sorusunun basit bir cevabının olmadığını düşünenlerdenim. Genelde dini inançlarla kalkınma dinamikleri arasında bir ilişki kurmak mümkün bence ama bu, birçok diğer faktörle iç içe geçerek etkili olan bir ilişki.
Meral’in sorusunu güncel hale getiren nokta ise George W. Bush’un Irak’a saldırma gerekçesinin bu sorunun cevabıyla yakından ilgili olması. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in yardımcısı Paul Wolfowitz’in başını çektiği bir ekip tarafından geliştirilen plana göre Irak, saldırının ilk hedefi. "Demokratik emperyalistler" diye anılan Wolfowitz ekibine göre asıl hedef İran’ı da içerecek biçimde tüm Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesi ve ABD’nin zoruyla kalkınmaya ve demokratikleşmeye zorlanması.

İSLÂMA ABD REÇETESİ
Bunun ardında yatan düşünce ise şu: Hepsi de İslamiyeti benimsemiş olan bu bölgedeki toplumlar kendi dinamikleriyle kalkınamadıkları ve demokrasiye geçemedikleri için "başarısız" oluyorlar ve başarısızlıklarının sorumluluğunu da Batı’ya ve Amerika’ya fatura etmek istiyorlar. Bu hoşnutsuzluk terörü de beslediği için, ABD’nin kendi güvenliğini sağlamak amacıyla bu soruna bir çare bulması ve bu toplumları Amerika’nın önderliğinde "başarılı" olmaya zorlaması gerekiyor. Böylece Meral’in sorusuna da şöyle basit bir cevap bulunmuş oluyor: Müslüman ülkeler kalkınamıyor, çünkü içsel dinamikleri bunu sağlamaya yetmiyor; o halde ABD bu görevi üstlenip onların kalkınmasına ve demokratikleşmesine yardımcı olmalı!

ULUSAL SAVUNMA STRATEJİSİ
11 Eylül’den bir yıl sonra, 2002 Eylül’ünde açıklanan ABD’nin yeni Ulusal Savunma Stratejisi (USS) de bu düşünce tarzının izlerini taşıyor. Radikalizmle teknolojinin buluşmasının yeni bir güvenlik tehdidi oluşturduğunu vurgulayan USS, günümüzde ABD’ye yönelik tehdidin güçlü devletlerden değil, zayıf ya da "başarısız" devletlerden geldiğini belirtiyor ve öncelikle terörü besleyen bu tür devletlere karşı savaşmanın önemi vurgulanıyor.
Irak’a yapılacak saldırı bu çerçeveye gayet güzel oturuyor ve yeni stratejinin ilk adımını oluşturuyor. Irak’a saldırının başarılı olması halinde ABD tarafından "başarısız" bulunan her ülkenin, her devletin saldırı hedefi haline gelmesi gündemde.
ABD yeni stratejisini Ortadoğu’da uygulamaya soyunurken ABD’nin onayladığı modelle kalkınma çabalarında büyük başarısızlıklara uğrayan, üstelik Müslüman da olmayan Arjantin gibi ülkelere şimdi hangi reçetenin tavsiye edileceği ise ayrı bir merak konusu kuşkusuz.

Amerikan sinemasının değişik kategorilerde Oscar adayı olan ilginç örnekleri gösterimde şu anda. Görme olanağını bulduklarım arasında Chicago ve Cennetten Çok Uzakta da izlemeye değer filmler bence ama Martin Scorcese’nin yönettiği New York Çeteleri birçok bakımdan farklı boyutta bir film. Alıştığımız mayfa çekişmelerini değil, Amerika’nın oluşumu sırasında yaşanan toplumsal fırtınaları, sınıf ve ırk hesaplaşmalarını, kanla ve şiddetle örülmüş korkunç bir şiir havasında anlatıyor New York Çeteleri. Daniel Day - Lewis’in müthiş bir tiplemeyle canlandırdığı, çetebaşı Kasap Bill’in sınırsız gaddarlığını izlerken, bugün Amerika’yı yöneten "Bush çetesi"nin acımasız ve pervasız tavrı geldi aklıma ve ürktüm ister istemez. Bugün Irak’a demokrasi ihraç etmek için savaşa hazırlanan ABD’de, oyların alenen parayla satıldığı bir ortamda yeşermişti demokrasi ve Bush’un tartışmalı seçim zaferini de bu çerçevede değerlendirmek mümkündü belki de.