Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Osman Ulagay


Fransa'da halkın tepkisi Avrupa Para Birliği'ne geçişi zorlaştıracak bir hükümeti başa geçirdi


Fransa seçimlerinin sonucu, Avrupa'nın sermaye çevreleri tarafından belirlenen "tek pazar - tek para" planını hayata geçirmenin sanılandan da güç olacağını gösteriyor. Özellikle Fransa ve Almanya gibi devletin koruyucu rolünün toplumun geniş kesimine bazı kazanımlar sağlamış olduğu ülkelerde, Avrupa Para Birliği(APB)'nin gerektirdiği mali disiplinin sağlanması ve devletin rolünü yeniden tanımlayan reformların yapılması herhalde hiç de kolay olmayacak. Bunun başarılamaması ise söz konusu ülkelerin ekonomik sorunlarını çözmelerini büyük olasıkla zorlaştıracak.
Sorunun özünde yatan çelişki ekonomik iktidarla siyasal iktidar arasındaki vizyon farkı ve uyumsuzluktan kaynaklanıyor. Ekonomik iktidarı elinde tutan sermaye çevreleri, küreselleşen dünyada öne çıkan yeni güçler ve yeni oluşumlar karşısında rekabet güçlerini korumak ve geliştirmek için Avrupa çapında bir "ekonomik alan" yaratmanın, tek pazara ve tek paraya geçmenin zorunlu olduğunu kabul ettiler. Diğer bölgesel gruplaşmalara karşı Avrupa'nın ayakta kalmasının çok yönlü bir birlikteliği gerektirdiğini hükümetlerine de kabul ettirerek bu doğrultuda adımlar atılmasını sağladılar. Maastricht Anlaşması ile Avrupa Birliği'nin esasları belirlendi ve Avrupa Para Birliği'ne doğru yürüyüş de başladı.

Halkın tepkisi

Evet bu yola girildi ama bu yola girmenin ve para birliğine yönelmenin neleri beraberinde getireceği belki de yeterince algılanmadı ve halka anlatılamadı. Avrupa halkı, sermaye kesiminin etkisiyle gündeme gelen bu yönelişin ne getireceği ne götüreceği konusunda yeterince bilgilendirilmedi; para birliğinin neden gerekli olduğunu ve para birliğine gitmek için nelerin yapılması gerektiğini anlayamadı.
Kronikleşen yüksek işsizlikle karşı karşıya bulunan Fransa ve Almanya gibi ülkelerde bu sorunu çözemeyen hükümetlerin bu kez para birliğinin zorunlu kıldığı bütçe ve borç kriterlerini tutturmak için bazı sosyal harcamalarda kısıntı önermeleri ve bazı kazanılmış hakları törpülemeye yönelmeleri bu haklardan yararlanan kesimlerin tepkisine yol açtı. Özellikle Fransa'da halka tepeden bakma alışkanlığı olan bürokrat ve seçkinlerin tavrı da bu tepkileri besledi ve Fransız seçmeni para birliğine geçişi daha da zorlaştıracak bir seçeneği benimsedi.

Çözüm var mı?

Fransa'da iktidara gelen Sosyalistlerin seçim öncesi söylemine bakılacak olursa, APB için gerekli reformları yapmak şöyle dursun, devlet müdahalesine ağırlık vererek ekonomik sorunları çözmeye çalışma anlayışının ağır basacağı anlaşılıyor. Fransa'da kamu kesiminin ekonomideki payının % 55'i bulması ve istihdamın üçte birinden fazlasının kamu kesiminde olması hükümete kısa vadede bazı adımlar atma olanağını veriyor. Ancak Fransa ekonomisinin rekabet gücünü sağlayan özel sektörün ve istihdam yaratma potansiyeli yüksek olan küçük ve orta boy işletmelerin, korumacı devletin yeniden öne çıktığı bir ortamda rekabet güçlerini geliştirmeleri zor görünüyor. Devletin 700 bin kişiye iş yaratmayı vadettiği bir ortamda Fransa'nın APB kriterlerine uyum sağlaması da herhalde kolay olmayacak. Fransa'nın yan çizmesi halinde APB'nin geleceği, yani sermayenin "tek Avrupa" projesi ciddi bir darbe yiyecek.
Özel sektörünü seferber edemeyen, ekonomisinin rekabet gücünü yükseltemeyen ve APB'nin kriterlerine uyum sağlayamayan bir Fransa'nın işsizlik sorununa kalıcı bir çözüm getirmesi de olası görünmüyor ama Fransa'da bu mantığı yürütebilenler şu anda herhalde pek fazla değil.

Türkiye'deki "ilerici - gerici" tartışması ben kendimi bildim bileli var. Bazı dönemlerde geri plana düştü bazı dönemlerde öne çıktı bu tartışma ama hiç dinmedi. Şimdi gene bu tartışmanın alevlendiği bir dönemden geçiyoruz.
Bu "ilerici - gerici" tartışmasında en çok kullanılan iki eksen laiklik - dincilik ve solculuk - sağcılık eksenleri oldu. Ekonomideki gericilik ise bugüne dek çok fazla tartışılmadı.
Ekonomideki gericiliği tanımlamak için bugünkü iktidarın ekonomiyi yönetme anlayışına ve bazı uygulamalarına bakmakta yarar var.
* Bu anlayışın temelinde hükümetin her şeye kadir bir ekonomik ajan olduğu inancı yatar. Bu anlayışa göre bir hükümet halka ya da halkın bir kesimine kaynak aktarmak istiyorsa elindeki yetkileri kullanır ve bunu yapar.
* Seçim dönemlerinde hükümetlerin seçmene yaranmak için çeşitli kesimlere bol keseden kaynak aktarması bu anlayışın bir uzantısıdır.
* Aktarılan bu kaynakların nereden bulunduğu, nasıl finanse edildiği ve bunun ekonomiye nasıl yansıdığı çok önemli değildir.
* Hükümetler çeşitli kaynak aktarma mekanizmalarını ellerinde tutmak için mümkün mertebe çok mal ve hizmetin fiyatını belirleme yetkisini ellerinde tutmak ve bu yetkiyi işlerine geldiği gibi kullanmak isterler. Tarımsal ürünlerde uygulanan destekleme fiyatları ve alımları bu uygulamanın en iyi örneğidir.
* Hükümetlerin doğrudan kaynak aktarma mekanizmalarından biri de kamu bankalarıdır. İktidar ortaklarının bu bankaların yönetimlerine hakim olma çabaları bundan kaynaklanır.
* Sosyal güvenlik kuruluşları da kaynak aktarma aracı olarak kullanılır.
* Ekonomide alınan kararları piyasa sinyalleri değil hükümetin keyfi tercihleri belirler.
Ekonomik gericiliğin dozu arttıkça ekonomi daha derin bir batağa sürüklenir, kamu açıkları büyür, enflasyon tırmanır. Bu arada spekülatörler iyi para kazanır, ağzına bir parmak bal çalınan kesimler ise faturayı öder.

Avrupa film endüstrisi, uzun süren bir inişten sonra tekrar çıkışa geçti. Yıllardır Hollywood yapımlarına karşı kendi pazarında başarısız bir mücadele veren Avrupa sineması şimdi kendi içinde ittifaklar kurarak ve İngilizce filmlere ağırlık vererek yeni bir yol deniyor.
Bunun doğru yol olduğunu gösteren ise gişe hasılatı: Uzmanlar AB ülkelerinde 1996 yılında toplam 706 milyon sinema bileti satıldığını tahmin ediyor. Bu, 1985'ten beri yakalanan en yüksek rakam. 1990 yılından bu yana Avrupa'da sinema salonlarının sayısı 1.400 artarak 21 bini geçti.
Dokuz Oscar ödülü kazanan İngiliz yapımı "The English Patient" ile Fransız yönetmen Luc Besson'un İngilizce olarak çektiği ve eleştirilerin aksine kara geçmeyi başaran bilim - kurgu filmi "The Fifth Element", yeni Avrupa sinemasına örnek olacak gibi gözüküyor. Öyle ki, bu başarıların izini süren Steven Spielberg, Stanley Kubrick gibi Amerikalı yönetmenler bile Avrupa'nın büyüyen potansiyelini kabul ederek bu yaz filmlerini burada çekeceklerini açıkladılar.



Yazara Email o.ulagay@milliyet.com.tr