Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Newsweek dergisinin bu yıl New York'ta yapılacak olan Dünya Ekonomik Forumu'nda dağıtılmak üzere hazırladığı özel sayıya "IMF'de neler öğrendim?" başlıklı ilginç bir yazı yazan IMF'nin eski Başkan Yardımcısı Stanley Fischer, mali krize girip IMF'den destek isteyen ülkelerin hangi koşullarda daha başarılı olduğunu tartışırken şöyle diyor:
"Ekonomik reformlarda en başarılı olan ülkeler, ekonomilerinin direksiyonunu kendi ellerinde tutan ülkeler oldu. Ben IMF'yi temsilen çok sayıda ülkenin yetkilileriyle masaya oturdum; bu görüşmelerde karşımda oturan maliye ya da ekonomi bakanının, ülkesinin krizden çıkması için neler yapılması gerektiğini iyi bildiğini anladığımda o ülkenin programı başarıyla uygulayacağına güvenim artıyordu. Ayrıntılarda görüş ayrılığına düşsek bile bu izlenimim değişmiyordu."
Fischer'in bu açıklaması, kimilerinin "uzaktan kumandalı" diyerek küçümsemeye çalıştığı Kemal Derviş'in Türkiye'nin bugün bu noktaya gelmesinde oynadığı rolü ve ekonominin tek şoförü olmak istemesini de açıklayıcı nitelikte. Ülkesini krizden çıkarmak için neler yapması gerektiğini iyi bilen ve IMF'nin karşısına ekonominin tek şoförü olarak çıkabilen bir bakanın karşı tarafın güvenini kazanması ve onlara taleplerini kabul ettirmesi de o kadar kolay oluyor. Derviş'i karalamayı marifet sanan zevata bunları anlatmak ise hiç de kolay değil.

Küresel düzene ayak uydurma çabasındaki Türkiye ve Arjantin'in çok derin krizlere sürüklendiği, dünyanın en büyük üç ekonomisinin birden resesyona girdiği, dünya ticaretinin durakladığı, 11 Eylül dehşetinin yaşandığı ve bütün bunların küreselleşme sürecine çok ciddi darbeler vurduğu 2001 yılını henüz geride bıraktığımız şu günlerde, "Küreselleşme mutluluk getiriyor mu?"sorusuna olumlu yanıt verebilenlerin pek fazla olacağını sanmıyorum.

Çetin Altan iyimser ama...
Üstat Çetin Altan bu konudaki iyimserliğini koruyor ama genelde artan bir kuşku var küreselleşmeye karşı. Küreselleşmenin felaket getireceğine başından beri inanmış olanların yanı sıra, benim gibi, bu sürecin özellikle gelişme potansiyeli olan ülkeler için fırsatlar da yarattığını düşünenler de gelişmeleri kaygıyla izlemeye başladılar.
Bu kaygıların temelinde yatan olgu, küreselleşmenin bugünkü işleyiş tarzıyla sürdürülebilir olmadığının giderek daha net biçimde ortaya çıkması.
Küreselleşmenin herkesin yararına işleyebilmesi için özellikle zengin - sanayileşmiş ülkelerin "küresel yararı" düşünerek davranmaları şart. Oysa küresel düzenin hakimi konumunda bulunan ABD'nin 11 Eylül sonrasındaki tavrının da açıkça ortaya koyduğu gibi, bu ülkeler kendi ulusal çıkarlarına öncelik veren ve halklarının taleplerini küresel düzenin gereklerinin önüne koyan bir anlayıştan hiç de uzaklaşmış değiller. Bu anlayış değişmeden küresel düzenin herkese yararlı olacak biçimde işlemesi, gelişmekte olan ülkelerin dünya ticaretinden daha adil bir pay alması, düşük ücretli ülkelerden yüksek ücretli ülkelere doğru göçün yaygınlaşması, dijital uçurumun kapanması olanaksız.

Türkiye ve Arjantin ne yapsın?
Başta ABD olmak üzere küresel düzeni yönetme konumundaki ülkeler bu tavrı sürdürürken, küresel düzene uyum sağlama çabalarında tökezleyip krize giren Türkiye ya da Arjantin gibi ülkeleri yönetenlere dönüp, "Siz halkınızın taleplerini bir süre için gözardı ederek küresel düzene uyum sağlamak zorundasınız" demek de giderek güçleşiyor.
Bu ortamda, ekonomist Dani Rodrik'in de vurguladığı gibi (Radikal, 12 Ocak 2002), her ülkenin kendi ulusal politika seçeneklerini iyi belirlemesi büyük bir önem kazanıyor. Bunu yapabilen ülkelerin IMF ile pazarlık ederken de giderek daha güçlü konuma geleceklerini ve IMF'nin önerileriyle kendi toplumsal öncelikleri arasında yeni dengeler kurabileceklerini düşünmek mümkün. Türkiye şimdi geldiği noktada bunu yapmaya aday ülkelerden biri olabilir gibi görünüyor.

1990'daki Körfez krizi sırasında, o dönemde parlamento dışında bulunan DSP'nin lideri Bülent Ecevit'le birlikte Irak'a giderek Saddam Hüseyin'le Ecevit arasındaki görüşmeleri izleyen arkadaşımız Derya Sazak, o günlerde yaşananları 11 Eylül'e ve bugüne bağlayan ilginç bir kitap yazmış.
"11 Eylül Gölgesinde Saddam" adını taşıyan kitapta yer alan dikkate değer belgelerden biri de Ecevit'in Irak gezisi dönüşünde Milliyet'e yazdığı bir yazı. Şöyle diyor Ecevit 2 Ekim 1990'da yayımlanan yazısında: "Şimdi Ortadoğu'da, ABD'nin fiili işgale dönüşen politikasına ve genelde Batı'ya tepki olarak, halk hareketleri yaygınlaşıyor. Eğer Türkiye bir esin kaynağı olmazsa bu hareketler militan bir köktenciliğe veya şoven ve saldırgan bir milliyetçiliğe dönüşebilir. Eğer bu halk hareketleri, zaman yitirmeksizin, barış ortamı içinde bir çağdaşlaşma ve demokratikleşme hareketine dönüşmezse, korkarım ki dünyada sona eren ideolojik kutuplaşmanın yerini dinsel kutuplaşma alabilir..." Saddam Hüseyin ise ABD Büyükelçisi Glaspie'yi şöyle uyarmış: "Biz ABD'ye çıkarma yapamayız ama Araplar bireysel olarak size ulaşabilir."
Derya Sazak, Ecevit'in bu görüşü, Samuel Huntington'ın 11 Eylül sonrasında yeniden popüler olan "uygarlıklar çatışması" tezinden önce ortaya koyduğunu hatırlatıyor. Ecevit'in ABD ziyareti öncesinde gerçekten de dikkate değer bir anı.

Ünlü keman virtüözü Igor Oistrakh, 15 ve 16 Ocak akşamları İstanbul'da, Borusan Filarmoni Orkestrası'nın vereceği konserlere katılacak. 15 Ocak akşamı Kadıköy Halk Eğitimi Merkezi'nde, 16 Ocak'ta da Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda gerçekleştirilecek olan konserlerde Oistrakh, Borusan Filarmoni Orkestrası eşliğinde Mozart'ın re majör keman konçertosunu ve eşi Natalia Zersalova'nın da katılımıyla Mendelssohn'un keman ve piyano için konçertosunu seslendirecek. Programda ayrıca Brahms'ın 4. senfonisi de yer alıyor.
Bu konserlerden elde edilecek gelir ise Adapazarı yakınında hayata geçirilecek olan Beriköy sürdürülebilir kalkınma ve ortak yerleşim projesi için kullanılacak.