Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Kemal Derviş'in yönetiminde sürdürülen Türkiye ekonomisini krizden çıkarma çabaları üç değişkene odaklanmış görünüyor. Birinci değişken, Sayın Derviş'in iki - üç hafta içinde hazır olacağını söylediği yeni ekonomik program. İkinci değişken, siyasetin ekonomiye müdahalesini sınırlayan yasal düzenlemelerin gerçekleşmesi. Üçüncü değişken ise, açıklanan programın ve gerçekleştirilen yasal değişikliklerin uygun bulunması halinde devreye girmesi beklenen dış destek. Dış desteğin beklenen zamanda ve miktarda gelmesi halinde bunun krizden çıkışı büyük ölçüde kolaylaştıracağı düşünülüyor. Türkiye'nin başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere uluslararası kuruluşlardan sağlayacağı dış desteğin ve ona ilaveten bazı zengin ülkelerden gelecek olumlu mesajların, ticari piyasalardan borçlanma olanaklarını da yeniden devreye sokabileceği umuluyor.

Bu düşünce zincirini anlamak çok zor değil ama tüm umutları, iki - üç hafta içinde sağlanacak dış desteğe bağlamak ve tüm beklentileri buna göre yönlendirmek bana hayli, riskli bir davranış biçimi olarak görünüyor. Belirlenen süre içinde umulan dış destek sağlanamazsa bunun beklentisi içine sokulan toplumda ve piyasalarda büyük bir düş kırıklığı yaşanmasından korkuyorum. Böyle bir düş kırıklığı, büyük umutlar bağlanan Derviş'in itibarını sarsacağı gibi piyasalarda yeni bir beklenti kırılmasına da yol açabilir, kendimizi bugünkünden de karamsar bir ortamda bulabiliriz gibi geliyor bana.
Beklenen dış desteğin (ya da miktarı belirlenmiş destek vaadinin) iki - üç hafta gibi kısa bir sürede sağlanabileceği konusundaki kuşkularım birkaç nedene dayanıyor.
Belirleyici olduğunu düşündüğüm üç değişkenden birincisi, yani yeni program konusundaki kuşkularım, IMF'nin ve dış dünyanın uygun bulacağı bir programı Türkiye'de çeşitli toplumsal kesimlere kabul ettirmenin sanıldığı kadar kolay olmayabileceği düşüncesinden kaynaklanıyor. Dış dünyanın gerekli gördüğü yasal düzenlemelerin kısa sürede gerçekleştirilmesi konusunda da şüphelerim var.

Bir an için bu kuşkuların yersiz olduğunu düşünelim ve dış dünyanın beklentilerini karşılayan bir program hazırlandığını, gerekli görülen yasal düzenlemelerin de yapıldığını varsayalım. Bu taktirde beklenen dış kaynağın gelmesi garanti mi? Yoksa ilk iki değişkende istenen yönde gelişmeler olsa da üçüncü değişkenin bizim istediğimiz yönde gelişmesi, yani dış desteğin gelmesi kuşkulu mu?
İlk iki değişkende dış dünyayı tatmin edecek gelişmelerin kısa sürede yaşanması mutlaka puan kazandıracaktır bize. Ancak bu konuda engin bir deneyim sahibi olan Attila Karaosmanoğlu'nun da belirttiği gibi, üst üste gelen hatalar sonucunda bir çukura yuvarlanmış görünen Türkiye'nin yeniden düze çıkmak için yokuş yukarı, zor bir yolculuk yapması gerekecek. Dış desteğin bu yolculuğun hangi aşamasında sağlanabileceği de belli değil.
İşte bu nedenle tüm beklentilerimizi iki - üç hafta içinde sağlanacak dış desteğe bağlamak yerine dış desteğin gecikebileceğini de şimdiden hesaba katalım ve büyük bir düş kırıklığına uğramayalım.

Uzun yıllar çalıştığı Dünya Bankası'nın iki numaralı adamı olarak emekli olan Attila Karaosmanoğlu, içinde bulunduğumuz konjonktürde Türkiye'nin kısa sürede, tatminkar miktarda dış destek sağlamasının çok kolay olmadığını düşünüyor. ABD'den yeni dönen Karasomanoğlu, Türkiye'ye mali destek sağlamanın Bush yönetiminin öncelikleri arasında yer almadığını belirterek, Türkiye'deki krizin başka ülkelere yayılma etkisinin sınırlı kalmasının da Türkiye için bir mali destek paketi oluşturulması olasılığını azalttığını söylüyor. "Yolumuz yokuş yukarı" diyen Karaosmanoğlu'na göre IMF'den sağlanacak yeni bir destek için de IMF ile yeni programa dayanan yeni bir anlaşma yapmak gerekiyor; kur çıpasıyla birlikte çöken eski programdan kalan alacağımızı almamız artık söz konusu değil. Türkiye'nin dış destek sağlaması için yeniden "bankable" ülke konumuna gelmesi gerektiğini vurgulayan Karaosmanoğlu, "ara rejim" tartışmalarının gündeme gelmesini tepki ile karşılıyor.

Yıllar öncesinin "radyo günleri"nden anımsadığım iki sesten biri, futbol maçı anlatımında hala rakipsiz saydığım Muvakkar Ekrem Talu'ya aitti. Ses tonuyla da yakalardı dinleyiciyi. Unutamadığım diğer kişi ise okşayıcı sesi, fevkalade konuşma tarzıyla beni klasik müziğe ısındıran Faruk Yener'di. Klasik müziğin o benzersiz alemine Faruk Yener'in kendi içinde adeta bir müzikalite taşıyan anlatımıyla girmiştim. Salt o sesi duymak için bile radyoyu açtığım olmuştur. Müzik kültürünün gelişmesine yazdığı kitaplarla da katkıda bulunan Faruk Yener'in son yıllarda hayli yorgun izlenimi veren sesini artık ancak kayıtlarda duyacağız. Onu ve programlarını özleyenlerden biri de ben olacağım.

Türkiye içine sürüklendiği krizi yönetemediği için kriz yeni boyutlar kazanarak sürmektedir. 19 Şubat'ta devletin tepesinde yaşanan rezaletten bu yana geçen altı haftada yapılabilen tek olumlu şey, Kemal Derviş'in devreye sokulması oldu. Bu adım, 19 ve 21 Şubat şoklarıyla sarsılan piyasalarda ve toplumda bir miktar umut yarattı ama tek başına Derviş'in de derde deva olmayacağı giderek daha iyi anlaşılıyor.
Sorun, 19 Şubat'ta benzeri görülmemiş bir sorumsuzluk örneği göstererek krizi yaratan Sayın Başbakan'ın ve hükümetin, krizi yönetme konusunda da acz içinde olduğunu çeşitli beyan ve davranışlarıyla ortaya koymasından kaynaklanıyor. Kemal Derviş'in de, bugüne dek yaptığı açıklamalarla ve ortaya koyduğu performansla, hükümetin bu açığını kapatıp, krizi yönetecek konuma geldiği söylenemez. Özellikle mali piyasalarda krizin kendi hükmünü icra etmeye devam ettiği gözlenmektedir.
Bu durumun sürmesi halinde kriz ağırlaşarak devam edecektir. Dışarıda ve içeride, Türkiye'deki gelişmeleri yakından izleyen herkes, Sayın Başbakan'ın ya da bir diğer hükümet yetkilisinin ne zaman yeni bir saçmalık yapacağını, piyasaları dalgalandıracak bir beyanda bulunacağını merak etmektedir. Dalgalanan kur düzeninde her yeni hata Türk lirasının yeni bir darbe yemesine ve krizin faturasının ağırlaşmasına yol açmaktadır. Bu güven krizi aşılmadan ekonomik ve mali krizin aşılması kolay olmayacak galiba.