Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ağırlıklı olarak ABD'de ve İngiltere'de kabul gören bu anlayış ile yönetilen şirketlerin oluşturduğu ekonomiye de "Anglosaksonlaşan ekonomi" deniyor. Bu anlayış kıta Avrupası ile Japonya'da ise pek kabul görmüyor. Fransa ve Almanya gibi ülkeler, şimdi mal ve hizmet piyasalarıyla finans piyasaları arasında denge kuracak bir ekonomik model arayışında. 1997'de Asya'dan başlayıp Rusya, Türkiye ve Arjantin gibi ülkelere sıçrayan krizlerin ardında da "finansallaşma" olgusu var aslında.Bu ilginç saptamaları, İsmail Ertürk'ün Foreign Policy dergisinin Türkçe baskısında yer alan yazısından(*) aktardım. Manchester Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan ve Avrupa Birliği'nin (AB) desteklediği bir araştırma projesinde görev alan Ertürk, özellikle ABD'nin "finansallaşma" olgusundan yararlanarak fonları kendisine çektiğini ve ekonomisindeki canlanmayı sürdürebildiğini belirtiyor. Küreselleşme "finansallaşma"yı da beraberinde getirdi. "Finansallaşma", şirketlerin mal ve hizmet piyasalarından gelen sinyallere göre değil, öncelikle finans piyasalarından gelen sinyallere göre yönetilmesi anlamına geliyor. Ancak son kertede ekonomideki kalıcı başarıyı kısa vadeli sermaye hareketleri değil, sermayeyi kullanan şirketlerin ve sektörlerin küresel rekabet gücü, karlılığı ve hızla değişen iş modellerine ayak uydurabilme yeteneği belirliyor, Ertürk'e göre. O halde bir ülkenin ekonomisini yönetenlerin yapması gereken şey "finansallaşma"ya sarılmak değil; sanayide, hizmet sektöründe ve ticarette, rekabetçi firmaları destekleyecek bir finansal yapı yaratmak olmalı. Bu yöntemi başarıyla uygulayan ülkelerin başında Çin geliyor. Çin'de devlet, düşük katma değer yaratan ve çok düşük kar oranlarıyla çalışan firmaları, kendi kontrolündeki finans sistemiyle koruyor ve yaşatıyor. Batık kredileri üzerine alarak firmalara bir tür sübvansiyon sağlayan devlet bir yandan da gene kendi denetimindeki enerji sektörünü firmalara ucuz enerji sağlamak amacıyla kullanıyor. Köle gibi çalıştırılan ucuz işgücünü de bu tabloya eklediğimizde, Çin firmalarının nasıl rekabet gücü kazandığını ve dünyayı haraca kestiğini daha iyi anlayabiliyoruz. Pekiyi bütün bunlardan bizim çıkarmamız gereken dersler var mı? Var, hem de önemli dersler var Ertürk'e göre. Başarının sırrı Çin'deki başarı öyküsünde, büyük miktarlardaki doğrudan yabancı sermaye yatırımının da önemli payı var kuşkusuz. Çin'in ABD'ye yaptığı muazzam ihracatın % 60'ını Çin'de faaliyet gösteren Amerikan firmaları gerçekleştiriyor. Türkiye'de de (1) Yerli ve yabancı şirketlerin büyüme amaçlı yatırımlar için uluslar arası piyasalara hisse senedi ve tahvil satmalarını, (2) Yabancı bir şirketin, uluslararası stratejisi çerçevesinde uzun vadeli yatırım için Türkiye'ye gelmesini, (3) Özel pay fonlarının Türkiye'de yeniden yapılanmak için kaynak arayan firmalara yatırım yapmasını olumlu karşılıyor Ertürk. Ancak, Türkiye'nin kendi stratejik gelişme planını yapmadan Türk bankalarının yabancılara satılmasına izin vermesini çok sakıncalı buluyor İsmail Ertürk. AB'de İspanya ve Hollanda'nın kendi bankalarını büyük İngiliz, Fransız ve Alman bankalarına karşı koruduğunu belirterek Türkiye'nin de aynı yola girmesini öneriyor. Optimal şartlarda çalışmayan ve modernleşme yatırımları için gerekli birikimi yapamayan Türk firmalarının yaşatılabilmesi için güçlü bir ulusal banka sisteminin gerekli olduğunu vurgulayan Ertürk'e göre Türkiye'de banka sahipleri, kendilerine göre bir hesap yapıp bankalarını dış alıcılara satma kararını verebiliyor. Böylece belki de farkına varılmadan, Türk sanayinin idam fermanı yazılmış oluyor. Her halde tartışmaya değer şeyler söylüyor Ertürk.(*) İsmail Ertürk, "Son Küresel Gelişmeler Işığında AB ve Türkiye Ekonomileri", Foreign Policy Türkçe baskısı, eylül kasım 2005 sayısı. oulagay@milliyet.com.tr Sermaye gelsin ama...