Rıza Türmen

Rıza Türmen

rturmen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Soğuk savaşın sona ermesi ve uluslararası ilişkilerin iki kutuplu olmaktan çıkması dış politikada önemli yapısal değişiklikler doğurdu. 11 Eylül saldırıları ve ABD’nin Bush döneminde izlediği, uluslararası hukuku ve kuruluşları bir yana iten tek yanlı dış politika, uluslararası toplumun muhalefetine karşın Irak’a saldırısı, uluslararası ilişkilerin ABD hegemonyası altına girdiği, tek kutuplu bir nitelik kazandığı anlayışını doğurdu. Obama’nın başkan olması, ABD’nin tek yanlı dış politikasının sona ermesi olarak görüldü. Öte yandan, Obama döneminde meydana gelen küresel mali kriz, Afganistan’da Taliban’ın güçlenmesi, İran’ın ABD’ye meydan okuması da ABD’nin tek başına uluslararası ilişkilere yön verecek güçte olmadığını ortaya koydu. Günümüzde uluslararası ilişkilerin, ABD’nin ağırlığı ihmal edilemeyecek bir etken olmakla birlikte Çin, Hindistan, Brezilya gibi bölgesel güçlerin giderek önem kazandığı, çok kutuplu bir görünüm kazandığı söylenebilir.
İki kutuplu sistemde uluslararası ilişkilere egemen olan düşünce “reel politik”ti. Uluslararası ilişkilerin güç dengesine dayandığı bir dünyada devletler ulusal çıkarları ile üyesi oldukları ittifakların çıkarlarını özdeşleştirmişlerdi. Ulusal güvenliğin, düşman olarak görülen bloğa karşı korunması, ancak bir ittifakın güvencesiyle sağlanabiliyordu. Böyle bir sistemin gereği olarak, devletlerin dış siyasetleri iç siyasetlerin dinamiğinden bağımsız olarak yürütülüyordu. Dış politika iç politikadan ayrıydı.
Türkiye’de de böyle oldu. II Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikası iktidar değişikliklerinden etkilenmedi. Hangi parti iktidara gelirse gelsin, Türk dış politikasının temel yönü aynı kaldı.
İki kutuplu sistemden çok kutuplu sisteme geçilmesiyle bu durum değişti. İç siyasetle dış siyaset arasında bir bütünleşme doğdu. Dış siyaset iç siyasetin bir uzantısı niteliğini kazandı. Böyle olunca, ulusal kimlikler dış siyaseti biçimlendiren en önemli öğelerden biri oldu. Dış politika çıkarları, ulusal kimliklere uygun olarak tanımlanmaya başlandı.
Kimlikler sabit değil, değişken. Kimlikler toplumun farklı olarak kabul ettiği “öteki” ile birlikte oluşur. “Öteki” değiştikçe, kimlikler de değişir. Siyasa iktidarlar da kendi ideolojileri doğrultusunda ulusal kimlikleri inşa edebilirler. Dış tehdit algılaması siyasal iktidarların yön vermesiyle, koşulların değişmesiyle zaman içinde farklılıklar gösterir. Soğuk savaş döneminde, Türkiye’ye en büyük tehdidin Sovyetler Birliği’nden geldiği düşünülürken, bugün bu değişti. Son bir kamuoyu araştırmasına göre, Türk toplumu en büyük tehdidin ABD’den, sonra da İsrail’den geldiğini düşünüyor.
AKP iktidarı döneminde, İslami değerlere dayanan yeni bir ulusal kimlik yaratılmaya çalışılıyor. Ulusal çıkarlara dinsel açıdan bakılıyor. Batı’nın evrensel değerlerine sırt çevrilmese de, Türk toplumu İslami bir kimliğe bürünüyor. Sn Başbakan’ın da söylediği gibi, Müslüman kimliğimizle Batı’nın evrensel değerlerini kucaklıyoruz.
İç politikada oluşturulmaya çalışılan bu yeni ulusal kimlik, dış politikada da önemli sonuçlar doğuruyor. Dış politika toplumu dönüştürmenin, yeni bir ulusal kimlik yaratmanın aracı niteliğini kazandı. Öte yandan Türkiye aidiyetini, İslam dünyası içinde görmeye başladı. İslam dünyasının merkezi rolünü üstlendi. İslam kimliğinin oluşması için gerekli olan yeni “öteki”ler ise, yukarıdaki anketin gösterdiği gibi, ABD ve İsrail. Buna Batılı ülkeleri de ekleyebiliriz.
Batı ile ilişkiler ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana olduğu gibi artık kimlik ve aynı uygarlığa aidiyetten kaynaklanmıyor. Daha çok ticaret, sermaye transferi, kendi politikalarını AB desteği sağlayarak meşrulaştırmak, Türkiye’nin geleceğini AB üyeliğinde gören çevreleri yanına almak gibi pragmatik nedenlere dayanıyor. Önemli olan su ki, Batı ile ilişkilerde, Türkiye İslam kimliği ile Batı’nın karşısına çıkıyor. Türkiye kendisini, Batı dışında başka bir uygarlığın temsilcisi olarak görüyor. Türkiye ile İspanya’nın eş başkanlığını yaptıkları “Uygarlıklar Buluşması” projesinin dayandığı temel düşünce de bu zaten.
Bu kuramsal değişim uygulamaya nasıl yansıyor? Bu konu üstünde başka bir yazıda duracağız.