Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere hükümet yetkilileri son günlerde her fırsatta Arap dünyasında değişimin, dış müdahaleler olmadan, bizzat kendi halkları tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtiyorlar.
Hafta başında partisinin grup toplantısındaki konuşmasında “bölgemizde tarih yazılıyor” diyen Başbakan, dönüşümün her ülkenin kendi iç dinamikleri ile yapılmasının önemine işaret etti.
Tunus ve Mısır’daki gelişmeler, bunun olumlu örneklerini oluşturuyor. Bu iki ülkede de değişim -yani yıllanmış diktatörlüklerin devrilmesi- hiçbir dış müdahale olmadan ve fazla kan dökülmeden, halk hareketleri sayesinde gerçekleşti.
Ne yazık ki, bölgedeki halk hareketlerinin “domino etkisi”, Tunus ve Mısır’daki gibi olmadı. Libya’da Muammer Kaddafi’nin halkın ayaklanan kesimine karşı aldığı tavır bir iç savaşa ve bu da uluslararası camianın müdahalesine yol açtı.
Aynı şekilde, Yemen’de ve Bahreyn’de mevcut diktatörlükler halkın sesini dinlemek yerine, sokaklara dökülen insanlara ateş ediyor. Suriye dahil, diğer bazı ülkeler de halen halk hareketlerini şiddete başvurarak bastırmaya uğraşıyor.

Her şey olabilir
Arap halklarının artık uyandığı, özgürlük, adalet ve refah istediği ve bunun da otoriter rejimleri ciddi şekilde zorlamaya başladığı bir gerçek. Ama diğer bir gerçek de, bu geniş coğrafyadaki ülkelerin farklı özelliklere sahip olduğu, dolayısıyla değişim-dönüşüm sürecinin her yerde Tunus ve Mısır’daki gibi “yumuşak” geçmeyeceğidir. Diğer ülkelerin siyasal ve sosyal yapıları, etnik mezhep farkları, kabileler arası rekabet, liderlerin mizacı ve ihtirasları, halkın talep ve beklentilerinin gerçekleşmesine meydan bırakmıyor.
Evet, Arap ülkelerinde değişimin kendi iç dinamikleriyle gerçekleşmesi en doğru çözümdür. Ancak bu şimdilik daha çok bir temenni ve umuttan ibaret görünüyor.
Halk hareketlerinin bastırılmaya çalışıldığı ülkelerde neler olabileceğini kestirmek bile zor. İç savaş da olabilir, kaos da, askeri darbe de...
Tabii bu, dış güçlere bu ülkelerde rejim değişikliği için müdahale hakkını vermez. Aslında şu sırada BM Güvenlik Konseyi’nin kararıyla yürütülmekte olan askeri müdahalenin amacı (veya doğrusu gerekçesi) Kaddafi yönetiminin değişim isteyen halkın bir kesimine karşı giriştiği kıyımı engellemektir.
Uluslararası camia bu “misyon”u, son yıllarda Ruanda’dan Bosna’ya, Somali’den Kosova’ya kadar çeşitli ülkelerde halka karşı girişilen katliamlar üzerine geliştirilen yeni bir konsepte dayanarak üstleniyor. 2005 yılında BM Genel Kurulu’nda alınan karara göre, uluslararası toplum, halkına zulüm yapan, etnik temizlik uygulayan, insanlık suçu işleyen ülkelere karşı “kolektif eylem”e girişmek “sorumluluğunu” taşır...

Ne işi var?
Bu yeni “doktrin” eski “ulusal egemenlik” kavramına ters görünebilir. Herhangi bir ülkenin kamu düzeni ve güvenliği gerekçesiyle aldığı tedbirler karşısında BM’nin veya NATO’nun “orada ne işi var?” denebilir...
Ancak 21. yüzyılda eski kavramların yerini yenileri alıyor. Artık katliam olduğu bir ülke için “ne halleri varsa görsünler, biz karışmayız” denemiyor. Kaldı ki, dünya kamuoyu da, böyle hallerde “insanlık buna seyirci mi kalacak?” diye bastırıyor...
Hasılı Libya’daki gibi olaylar, uluslararası camiayı “karışmak veya karışmamak” konusunda ahlaki ve siyasi bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor.