Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile ilgili gelişmeler, Türk dış politikasını etkileyebilecek boyutlar almaya başladı.
Olayın böyle bir platforma kaymasının nedeni, iktidar çevrelerinin bu operasyonun arkasında bir “yabancı parmağı” görmesi ve daha açık olarak ABD’yi hedef göstermesidir.
Operasyonun açıklandığı 17 Aralık’tan hemen sonra, iktidara yakın medya organları bir suçlama kampanyası başlatmış, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da Karadeniz bölgesindeki konuşmalarında çok ağır terimler kullanarak bu kampanyaya hız vermiştir.
Başbakan en sert çıkışını ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone’ye karşı yapmış, onun operasyon günü AB ülkelerinin büyükelçileriyle yaptığı bir toplantıda Türkiye aleyhinde “bir imparatorluğun çöküşüne şahit oluyoruz” gibi bir laf ettiğini öne sürdükten sonra şöyle demiştir: “Büyükelçiler bazı provokatif eylemlerin içerisine giriyorlar... Eğer görev alanının dışına çıkarsanız, sizleri ülkemizde tutmaya mecbur değiliz”...
İktidara yakın gazeteler bu ifadeleri ABD Büyükelçisi’nin “İstenmeyen adam ilan edileceği” şeklinde değerlendirdiler. Ne var ki estirilmeye çalışılan bu hava sadece ABD ve Batılıları değil, Türk diplomatlarını da rahatsız etti.

Kriz yönetimi
ABD Büyükelçisi Ricciardone bu iddiaların tamamen asılsız olduğunu, kendisinin AB büyükelçileriyle böyle bir toplantı yapmadığını ve böyle bir söz de söylemediğini açıkladı. Bu arada Türk Dışişleri Bakanlığı büyükelçinin bakanlığa çağrılmasının söz konusu olmadığını bildirirken, Başbakan Yardımcısı Hüseyin Çelik de Ricciardone’nin yaptığı yazılı açıklamanın da yeterli görüldüğünü belirtti.
Böylece durup dururken ortaya çıkmak üzere bulunan bir kriz önlendi. Ancak iktidar yanlısı medyanın bu kampanyayı sürdürdüğü görülüyor...

Diplomatik yöntem
Yolsuzluk operasyonu ile ilgili “dış kaynaklı komplo” iddiaları geçen haziranda Gezi olaylarından sonra başlatılan kampanyayı hatırlatıyor. Ancak bu kez bunun bir farkı da açık bir ifade ile Ricciardone başta olmak üzere “yabancı büyükelçilerin provokatif eylemlerin” arkasında gösterilmesidir.
Bu operasyonda “yabancı parmağı”nın bulunup bulunmadığını ve bu işe kimlerin ne kadar bulaştığını vatandaşların tam olarak bilmesi mümkün değil. Türkiye’de her kriz ortaya çıktığında “komplo teorileri”nin üretildiği ve işin kolayına kaçıp “dış mihraklar”ın suçlandığı biliniyor.
Bu tür kampanyalar sonuçta hem krizin esas nedenine inilmesini ve doğru teşhis konulmasını engelliyor, hem de Türkiye’nin dost ve müttefikleriyle ilişkilerinde gereksiz sürtüşmeler ve gerginlikler yaratıyor.
Bu son meselede eğer gerçekten ABD’nin veya diğer ülkelerin “parmağı” varsa, bunun miting meydanlarındaki ateşli konuşmalarla değil, “sessiz diplomasi” ile halledilmesi gerekir.
Ankara ile Washington arasında en üst düzeyde sık sık telefon görüşmeleri yapılır. Bu konu da neden bu yoldan ele alınmıyor? Bu aleni suçlama kampanyalarından daha etkili bir yöntem değil mi?