Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

TÜRKİYE’nin Şincan’daki trajik olaylar karşısında aldığı tavır, Ankara’nın bu gibi meselelerde içine düştüğü sıkıntılı ve de çelişkili durumu yansıtıyor.
Soydaş Uygurların kaderiyle ilgili gelişmeler karşısında, Türk halkının hassasiyetini ve öfkesini sergilemesi doğal. Böyle hallerde kamuoyunun tepkisiz kalması beklenemez.
Devlet politikası ise daha temkinli ve ölçülü olmak zorunda. Şincan krizinin başında yapılan konuşmalar, gösterilen tepkiler, uyumlu ve tutarlı bir politikanın belirlendiği konusunda ciddi kuşkular yaratmıştır.
Bir bakanın alelacele Çin’e karşı boykot çağrısında bulunması bir yana, Başbakan Erdoğan’ın Uygurlara karşı girişilen saldırıları “adeta soykırım” diye tanımlaması şaşırtıcı olmuştur.
Başbakan’ın Urumçi’deki kıyımı, Çin yönetiminin Uygurlara karşı izlediği baskı ve asimilasyon politikasını kınaması normal. Ama Erdoğan Beijing’i çok farklı bir anlam taşıyan “soykırım” sözcüğüyle suçlamakla, açıkçası “orantısız bir tepki” göstermiş oldu...
Başbakan’ın (ve aynı şekilde hükümete mensup bir bakanın) halkın veya medyanın önünde konuşurken, sözlerinin kişisel görüşü sayılmayacağını ve bunun ülke politikasını bağladığını bilmesi gerekir. Geçmişte başka olaylarda da kullanılan aşırı ifadelerin Türk diplomasisini zora soktuğu ve pratikte de sonuç vermediği görülmüştür.

Hangisi daha etkili?

DAHA önceki bazı hallerde olduğu gibi, bu kez de Türkiye’nin esas politikasını soğukkanlılıkla açıklamak Dışişleri Bakanlığı’na düşmüştür. Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Prof. Davutoğlu’nun özellikle Çinli meslektaşıyla yaptığı 70 dakikalık telefon konuşmasında söyledikleri, Ankara’nın bu olaylar karşısında nasıl bir tutum aldığını daha net ortaya koymuştur.
Bakanın üzerinde durduğu temel noktalar, Türkiye’nin Çin’in toprak bütünlüğüne saygılı olduğu (yani ayrılıkçılığı veya bölücülüğü desteklemediği), Çin’in iç işlerine karışmak istemediği, yani eleştirel görüşlerinin müdahale sayılmaması gerektiğidir.
Buna karşılık Davutoğlu, Türkiye’nin Uygurlara karşı girişilen saldırılar ve baskı politikalarıyla ilgili hassasiyetini, insan hak ve özgürlükleri ilkeleri çerçevesinde ifade etmiştir.
Bakanın telefon açarak Çinli meslektaşıyla böyle bir yapıcı diyalog kurması, herhalde sağda solda, ses tonu yükseltilerek ve ağza gelen kelimeler gelişigüzel kullanılarak gösterilen tepkiden çok daha etkili olmuştur.
Esas olan da mesajı etkili bir şekilde vermek ve sonuç almak değil midir?
Bunun için de olayların Ankara’da serinkanlılıkla değerlendirilmesi, gerçekçi bir strateji belirlenmesi ve bunun da yönetimin çeşitli kademelerince uyumlu biçimde uygulanması şart.

Ne yapılabilir?

ŞİNCAN’da durum nispeten sakinleşmiş görünüyor; ancak Uygur sorunu yerinde sayıyor. Herhalde bu mesele daha uzun süre gündemde kalacaktır.
Bu bakımdan Türkiye’nin bu konuyla ilgili uzun vadeli bir politika belirlemesi, neler yapması ve yapmaması gerektiğine karar vermesi gerekir.
Türkiye bir yandan Uygur davasını (gerçek özerklik haklarını) desteklemek, diğer yandan Çin’le çıkarlarına dayalı ilişkilerini sürdürmek durumundadır. Bu, ölçülü ve dengeli bir politika anlayışıyla mümkün.
Krizin başında öne sürülen, Çin’e karşı boykot ilan etme veya Çin’i Güvenlik Konseyi’ne şikâyet etme gibi fikirlerin sonuç vermeyeceği anlaşılmıştır. ABD’den Rusya’ya, Orta Asya cumhuriyetlerinden İslam ülkelerine kadar, uluslararası camianın bu meselede Çin’i karşısına almaktan çekindiği bir ortamda, Türkiye’nin kendi başına yapabileceklerinin de sınırlı olduğu gerçeğini görmek gerekir...