Serpil Çevikcan

Serpil Çevikcan

scevikcan@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Geçtiğimiz günlerde sohbet olanağı bulduğum bir kabine üyesi, çözüm sürecinin esasına ilişkin değerlendirmeler yaparken iki kritik cümle kurdu.
Birincisi şuydu:
“Biz, devlet olarak silah bırakma fikrini yerleştirmeye çalışıyoruz.”
Not ettiğim ikinci cümle ise şöyleydi:
“Biz, demokratik bir çözüm arıyoruz, bir örgüte örgütsel ağırlık ve kazanç sağlamak gibi bir amacımız olamaz.”
Silah bıraktırma fikrini yerleştirmenin en kritik aşaması kuşkusuz Abdullah Öcalan’ın Nevruz konuşmasıydı.
Silah bıraktırma, devlet aygıtı açısından elbette silahı gömme anlamına gelmiyor.
Bu nedenle, kendini en iyi ifade edebildiği şeyin elindeki silah olduğunu düşünen gençlerden Kandil’in tepe noktasındaki ağır abilere kadar topyekun tüm örgüt mensuplarının sonrasının çok iyi dizayn edilmesi gerekiyor.
Çözüm süreci dediğimiz şeyin esası devlet açısından budur. Ve aslında kamuoyu vicdanıyla, gözyaşlarını silmeye çalıştığımız anaları sürece güvence yapabilmenin tek yolu da budur.
Aynı kabine üyesinin, “Biz demokratik bir çözüm arıyoruz. Bir örgüte örgütsel kazanç sağlamaya çalışmıyoruz” cümlesini de aynı bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor.
Ne yazık ki müzakere masasının böyle düşünen tarafı ile karşı tarafı arasındaki makas açılıyor.
HDP’nin İmralı heyetinde yer alan Sırrı Süreyya Önder’in, “Kamu düzeni konusunda yaklaşımlarımız farklı” cümlesinde vücut bulan bu derin fark, özerklik konusunun da genel af meselesinin de en yıkıcı biçimde tartışılmasına neden oluyor.
Amaç yeniden şiddet ortamına dönmemekse, kamu düzeni konusundaki yaklaşımlar nasıl farklı olabiliyor?
Çünkü devletin kamu düzeni dediği şeyin çerçevesine KCK yapılanmasının bölgede kurmaya çalıştığı ikinci otorite zemininin bütün bileşenleri giriyor.
Silahı bırakmaktan, “kurtarılmış bölge” uygulamaları, yol kesmeler, haraç almalar, vergi toplamalar, mahkeme kurmalar, üzerinde düzenli polis teşkilatıvari üniformalarla operasyon yapmalar, bir çırpıda organize olup sokağı ayağa kaldırmalara kadar çok geniş bir kalkışmanın sona erdirilmesi kastediliyor.
Kandil’in, HDP’nin ve son açıklamalardan anlıyoruz ki İmralı’nın, çözüm sürecinin ilerleyebilmesi için ilk şart olan kamu düzeninin sağlanması yaklaşımına sırt çeviren tavrının nedeni işte bu geniş çerçeve.
Meclis mesaisini sürdüren iç güvenlik paketi üzerinden koparılan fırtınanın en önemli nedeni de bu.
Yazının başında sözlerinden alıntı yaptığım kabine üyesi, Kobani protestoları nedeniyle 6-8 Ekim’de meydana gelen ve çok sayıda vatandaşımızın ölümüyle sonuçlanan olayları değerlendirirken, bölgeyi kastederek, “Düdük çaldığında herkesin eşit olduğu görüldü. Meydanı boş bırakmayız” demişti.
Şimdi hangi noktadayız?
HDP; Öcalan’ın hazırladığı, takvimlendirmesiyle birlikte 66 madde olduğu belirtilen taslağın Kandil tarafından da onaylandığını açıklayarak, “Bu iş ilerlemiyorsa sorumlusu hükümettir” mealinden mesajlar veriyor.
Hükümet kanadından ise, Öcalan’ın taslağının başta sıralama olmak üzere bazı temel parametrelerde kabul edilir bulunmadığı havası yansıyor.
Durum bu kadar kritikken, sokak eylemleri tehdidi üzerinden, süreci her halükârda yaralayacak bir tartışma da beslendikçe besleniyor.
Öcalan, hükümete ve Kandil’e sunulan taslağında, “4 ayda bu iş biter” diyor, ancak her iki taraf da fena halde oyalandığını düşünüyor.
Hükümet, yarım yamalak bile sayılmayacak bir geri çekilmeden başka adım atmayan örgütün, bölgede devlet otoritesine paralel bir yapı kurmaya çalışmasının, HDP yönetiminin 6-8 Ekim olaylarının temel sorumlusu olmasının yarattığı kızgınlığı daha fazla gizleyemiyor.
HDP ve Kandil ise, hükümetin oyalama taktiği yürüttüğünü savunuyor.
Çözüm sürecinde ikinci yılına girmek üzereyiz. Ama sanki bunca mesafe kat edilmemiş gibi.
Bu iş bir labirente benziyor.
Devlet de HDP de Kandil de çıkışı bulmak ve kaybolmamak için geçtiği yerleri, bir daha unutmamak üzere işaretlemek zorunda.