Tunca Bengin

Tunca Bengin

tunca.bengin@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

1 Eylül Dünya Barış Günü ama hangi dünyanın belli değil. Başta yakın komşularımız olmak üzere bir çok yerde oluk gibi kan akıyor, din, dil, ırk ya da fikirleri nedeniyle insanlar cezalandırılıyor. İşte böyle bir dünyada ve günde biz de 32 yıl önce barışı savundukları için yargılanan ve yıllarca hapis yatan insanlarımızı anımsadık. “Barışın yargılanması” olarak tanımlanan dava 1982’de başlamış, 1991’de sonlanmıştı. Ama bu sonlanma adaletin tecelli etmesiyle(!) değil kişilere yönelik iddiaların (TCK 141 ve 142) suç kapsamından çıkmasıyla gerçekleşmişti. Davada önce sanık avukatlığı yapan sonra da sanıklar arasına katılan İstanbul Barosu eski Başkanı Turgut Kazan, o günleri şöyle anlatıyor:
“Barış istemeyi, komünizmin yani Sovyetler Birliği’nin bir oyunu olarak görüyorlar ve bunu isteyenler cezalandırılmalı diyorlardı. Öyle de yaptılar ve insanlar dört yıl tutuklu kaldı.Öyle bir hakim vardı ki, inanılmazdı. Örneğin, cebinden para verip aldığı Nazım Hikmet’in kitaplarını sanıkları mahkum etmek için delil olarak dosyaya koydu. Yine dernekte bulunan Yunanlı bir şairin resmine, ‘Nazım Hikmet bu’ deyip, duvara asmakla suçladı. Hiç unutmuyorum bir duruşmada da Deli Petro’nun vasiyetnamesi dediği bir belgeyi delil olarak okuttu. Böyle bir vasiyetname var mı, yok mu belli değil, zaten olsa da sanıklarla ne ilgisi olabilir. Ama adam takmış, Milli Kütüphane ve TSK’ya kendiliğinden yazarak edindiği bu belgedeki ‘Açık denizlere çıkın’ sözü nedeniyle sanıkları komünistlerle işbirliği yapmakla suçlamıştı.
Hakimin savunma avukatlarına yönelik baskı ve kararları da vardı. Bir keresinde Çetin Özek ile benim yanyana oturmamamız için bir karar almıştı. İtiraz edince de askerlere verdiği talimatla bizi salondan attırmıştı. Açıkçası amaç yargılamak değil, terör havası estirerek toplumun entellektüel kesimini korkutup susturmaktı.”
Ülkemizde o günden bu yana geçen 32 yılda ne çok şey değişmiş(!) değil mi?..

Haberin Devamı

Yolları Bloomberg mi yapacak?

İktidarın sözünü ettiği “paralel yapı” çöktü, yerel seçimler öncesinde olduğu gibi muhalefete yönelik “yolları tıkıyorlar” takıntısı da söz konusu değil, dahası okullarda açılmadı ama trafik rezalet. Öyle ki İstanbul’un yolları özellikle sabah ve akşam birer otomobil parkına dönüşüyor, eve-işe gitmek saatlerce sürüyor. Nedeni açık, yeterli yol yok, ev ve araç çok. Ancak bu sorunu çözmekle yükümlü olanlar tam bir vurdumduymazlık örneğiyle topu maziye atıyorlar:
“Alt yapı yetersizliği, plan-program olmadan gelişen çarpık kentleşmenin mirası...”
Doğru. Önceleri, yani “gecekondu çağı”nda evler yapılır, sokaklar, mahalleler kurulur, arkasından da yollar düşünülürdü.
Peki ya şimdi? Böbürlendikleri “planlı çağda” değişiklik var mı? Yok. Üstelik bu kez her biri sokak gibi konutlar, görkemli AVM’ler konduruluyor, sonrasında da onlara ulaşmak için “yol” hesapları yapılıyor. Örneğin, 1988’de Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ve çevre yolları hizmete girdiğinde bölgede doğru dürüst bina yoktu, hatta insanlar ıssızlık nedeniyle bu güzergahı kullanmaktan çekinirlerdi. Bugün ise tam zıddı aynı bölgede onbinlerce konut, işyeri, yüz binlerce nüfuslu yeni şehirler var ama yol aynen duruyor. Alternatif tek bir yol yapılmadığı için de her gün milyonlarca araç ve insan bu “mecburiyet güzergahına” yığılıyor...
Ancak yine de umutluyuz çünkü “Ömür biter yol bitmez” gibi özlü sözlerimiz ve İstanbul’un trafiğini
kafasına takıp, sorunu çözmek için projesi olduğunu söyleyen New York’un eski Belediye Başkanı Michael Bloomberg var!..