Yazarlar Türkiye'nin Avrupa düşü

Türkiye'nin Avrupa düşü

15.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Türkiye'nin Avrupa düşü

Türkiyenin Avrupa düşü

Şükrü ELEKDAĞ

AB'nin Lüksemburg zirvesinde aldığı genişleme kararının önem bakımından, 1814 - 15 Viyana Kongresi ve 1945 Yalta Konferansı kararlarıyla mukayesesi kanımca hiç de yanlış olmaz. Büyük savaşlardan sonra Viyana ve Yalta'da Avrupa haritası yeniden çizilmişti. Lüksemburg'da ise, 26 ülkenin bütünleşme sürecine "start" verilerek 21. asır Avrupa'sının siyasal cografyası belirlendi.
Bu karar gereğince, on merkezi ve Doğu Avrupa Ülkesi (MDAÜ) ile Kıbrıs Rum Kesimi'nin bir "katılım süreci" içinde AB ile bütünleşmesi öngörülürken, Türkiye bu tarihsel oluşumun dışında bırakılmaktadır.
"Ekonomik ve siyasi sorunları nedeniyle" üyeliğe adaylığı kabul edilmeyen Türkiye, daimi nitelikteki bir Avrupa Konferansı'na davet edilmekte ve üyeliğe olan ehliyeti teyit edilerek, Gümrük Birliği'nin derinleştirilmesini ve mali yardımların canlandırılmasını öngören bir "yakınlaşma stratejisi"nden yararlanması öngörülmektedir.
Genişleme süreciyle hiçbir ilgisi bulunmayan Avrupa Konferansı'na Türkiye'nin katılımı da bir dizi şarta bağlanmıştır. Bunlar da, Türkiye'nin, ekonomik ve siyasi reformlara devam etmesi, insan hakları uygulamalarını AB normlarına ulaştırması, azınlıklara saygı göstermesi, Yunanistan'la tatmirkar ve istikrarlı ilişkiler kurması, sorunları hukuk yoluyla örneğin, Uluslararası Adalet Divanı yoluyla çözmeyi kabul etmesi ve Kıbrıs sorunun çözümü için BM gözetiminde sürdürülen müzakereleri desteklemesi gelmektedir.

Görüleceği üzere AB, Türkiye'ye tam üyelik konusunda hiçbir perspektif vermemekte, buna karşılık ülkemizin Avrupa entegrasyonundan tamamen dışlandığı izlenimini de yaratmamak amacıyla aldatıcı bir formül çerçevesinde daimi bir Avrupa Konferansı'na daveti öngörmektedir. Bu bağlamda uygulanacak sözde "yakınlaşma stratejisi"nin de içi boştur. Zira, Yunanistan'ın vetosu nedeniyle ne Gümrük Birliği'ni doğru dürüst işletmek, ne de AB'nin mali yardımlarından yararlanmak mümkün olacaktır.
Konferans'a katılımın şartlarına gelince, bunların ekonomik reform ve insan haklarıyla ilgili olanlarını, Türkiye, esasen kendi isteği ve iradesiyle gerçekleştirmek durumundadır. Yunanistan'la ihtilaflar konusunda ise, AB suçu Türkiye'ye yüklüyor ve Ankara'dan ödün bekliyor. Kıbrıs sorununda da, AB ikiyüzlü ve dayatmacı bir tutum takınıyor. Türkiye'nin konferansa katılmasını, Kıbrıs kartını oynamaması koşuluna bağlıyor. "Azınlıklar" konusuna el atması da mide bulandırıcıdır.

AB kararı karşısında Türkiye'nin nasıl bir politika izleyeceğinin saptanabilmesi, şu soruların yanıtlanmasını gerektiriyor: AB, tekrar ne zaman genişleyecek? Türkiye'nin tam üyelik için bundan sonra şansı var mı? Türkiye'nin AB dışındaki alternatifleri nelerdir?
AB'nin genişleme dosyasını tekrar açmasının, ancak, adaylık sürecindeki onbir ülkeyle bütünleşmesini tamamlanmasından sonra olabileceği, bunun için de 10 - 15 yıl beklemek gerekeceği belirtiliyor. Bu durumun, Türkiye için yaratacağı sorunlar ortada. Örneğin, AB'nin 2015'te tekrar genişleyeceği varsayılsa dahi, o zamana kadar Türkiye ile AB arasındaki farklılıklar o denli artacaktır ki, ülkemiz için tam üyelik çok daha güçleşecektir.
Diğer taraftan, Lüksemburg'dan çıkan kararın olumsuz olmasının başta gelen nedeni, Yunanistan ile Almanya'nın tutumundan kaynaklanıyor. Yunanistan'ın öncelikli ulusal çıkarı, Türkiye'nin AB'ye üyeliğini engellemekte odaklaşıyor. Zira, Atina'nın gözünde, Türkiye'nin AB'ye girmesi Yunanistan'ın Ege'ye ve Kıbrıs'a yönelik hedeflerinden ebediyen feragat etmesi demektir. Bu bakımdan, görünebilir bir gelecekte Yunanistan'ın Türkiye ile sorunlarına uzlaşıcı bir zihniyetle yaklaşabileceğini beklemek safdillik olur. Almanya'nın da Türkiye'ye karşı önyargıları çok derindir. Türkiye gibi büyük bir ülkenin AB'ye üyeliğinin çıkaracağı maliyete ilaveten, serbest dolaşımın yaratacağı sıkıntılar ve Kürt sorununun tüm boyutlarıyla Almanya'ya taşınması, Bonn'u ürkütmektedir. Alman kamuoyu da "Müslüman Türklere, Avrupa'nın kurtulması gereken bir çıbanbaşı olarak bakmaktadır." Bu kökleşmiş kaygı ve endişelerin önümüzdeki 10 - 15 yıl içinde silineceğini düşünmek akılcı olmaz.
Öte yandan, Türkiye'nin AB dışında alternatifleri olduğu yolunda yapılan beyanlar, duygusal ve tepkisel... Türkiye'nin, yeni ufuklara açılması, ABD ve Uzakdoğu ülkeleriyle ticari ve ekonomik ilişkilerini genişletmesi mümkün. Ancak, bu ilişkilerin, AB pazarı ile köklü ve yoğun ilişkilerin yerini tutabileceğini düşünmek zordur. Türk ekonomisinin büyüyüp gelişmesi, Türkiye'nin AB pazarındaki yerini muhafazanın da ötesinde bu pazardaki payını artırmasına bağlıdır. Ayrıca, AB'nin yabancı sermaye yatırımlarında ağırlıklı yerini muhafaza etmesi de Türk ekonomisi için hayati bir önem taşımaktadır.
Yukarıdaki soruya verdiğimiz yanıtlar, Türkiye'nin ikilemini gözler önüne seriyor. Önümüzdeki 10 - 15 yıl içinde AB bir genişletmeye gitse bile, bugünkü koşullarda Türkiye'ye yeşil ışık yakılması uzak bir olasılık olarak gözüküyor. Öte yandan, Türkiye'nin AB ile bir restleşmeye gitmesi veya ekonomik yönden uzaklaşması çıkarlarına uygun düşmüyor.
Bu arada, Ankara'nın bir "nefis muhasebesi" yaparak şu soruya yanıt araması gerekiyor: "Türkiye, istikrarsız ve tıkalı siyasal sistemini sağlığa kavuşturmak, ekonomisini düzeltmek, demokrasi alanındaki eksiklerini gidermek, insan haklarına saygılı hukuk devletini kurmak ve temiz toplumu gerçekleştirmek amacıyla cesur ve samimi adımlar atabilseydi, acaba, Lüksemburg zirvesinden nasıl bir karar çıkardı?
Bence, böyle bir gelişme, Yunanistan ve Almanya'nın muhalefetini zayıflatır, dost ülkelerin elini kuvvetlendirir ve Türkiye'ye AB kapısını açabilirdi. Evet, AB ile de ilişkilerimiz, bir yerde, devleti adil ve işler hale getirmemize, pisliklerden temizlememize, insana değer veren demokratik hukuk devletini kurmamıza bağlı.

Yazara Email S.Elekdag@milliyet.com.tr