Gündem Yüce yüreklilerin ülkesi Vietnam

Yüce yüreklilerin ülkesi Vietnam

18.07.2015 - 02:30 | Son Güncellenme:

1968’de ABD saldırısında 3 milyon kişinin hayatını kaybettiği Vietnam’daki insanlar, her şeye rağmen güler yüzlü ve çalışkanlar. Bir başka özellikleri ise, herkeste görebileceğiniz okuma gayreti

Yüce yüreklilerin ülkesi Vietnam

Saygon’dayım. Her ne kadar uzunca bir zamandır şehrin adı Ho Chi Minh olarak anılsa da ben hâlâ Saygon demekten hoşlanıyorum. Vietnamlıların Ho Amca’sı, gençlik yıllarımın ilahı Ho Chi Minh bana küsmez nasılsa.
Saygon’daki havaalanında kapı vizemizi resmi üniformalı askerler hazırlayıp verdi. Buraya giriş için de kişi başına 45 dolar veriliyor; yalnız elinizi kolunuzu sallayarak gitmeyin, yanınızda Ankara’dan alacağınız Vietnam Büyükelçiliği’nin onay kâğıdı olmazsa aynen geri dönersiniz.
Dışarıda hava sıcak olsa da Cakarta’dan iyiydi, tatlı bir rüzgâr esiyordu ve bu rüzgâr biz orada olduğumuz sürece hiç eksik olmadı. Bizi karşılayacak olanları beklerken gözüm iki uzun direkte dalgalanan bayraklara takıldı. Birinde orak çekiç, diğerinde kızıl yıldız vardı. Kendini sosyalist bir ülke olarak tanımlayan Vietnam, serbest piyasanın içinde ve her yerde Kore - Japon işbirliğinin izlerini görüyorsunuz.
Eğer Cakarta’daki çılgın motosikletlileri görmesem buradaki motosiklet kalabalığına şaşardım doğrusu. Saygon’da daha düzgün bir trafik var, en azından akıyor ve trafik lambaları da bolca. Yine de karşıdan karşıya geçmek kolay değil. Yapılması gereken, bir Saygonlunun yanına sokulup onunla ilerlemek.
Arabamız geniş caddelerden dar yollara saptı. Yan yana dizili küçük dükkânlarda makinelerinin başında dikiş diken kadın terziler, çelenklerin arasında çalışanların görülemediği çiçekçiler (anladık ki Vietnam henüz bukete geçememiş), hemen önünde odun kömürü ateşinde ördek kızartılan lokantalar, alçak taburelere oturmuş ufak tefek insanlar… Altın yaldızlı, kırmızı boyalı, püsküllerle süslü büyük tapınaklar, aralara sıkışmış küçücük tapınaklar… Kaldırımlar kalabalık, yollar kalabalık, her şey capcanlı ve ben ilk görüşte bayıldım Saygon’a…
Hediyelik eşya cenneti
Sabah erkenden kalkıp taksiyle Saigon’un 1. Bölgesine, meşhur Binh Thanh semtine gittik. Saygon’da da taksiler ucuz yalnız paranın çok sıfırlı olması kafa karıştırıyor, dikkat etmek gerek. Bir Türk lirası yaklaşık 8000 VND, bir dolar da 21000 VND. Önce kapalıçarşıya girdik. Aman Allah’ım o ne çümbüş… Bir hediyelik eşya cenneti, yok yok. Sedefler, ahşaplar, gümüşler, seramikler, boncuklar, aynalar, kemik taraklar, biblolar; modern kıyafet, yerel kıyafet, terlik, ayakkabı, hasır çanta,şapka, ipek şal, eşarp, incik boncuk, ne gelirse akla artık… Satıcıların yüzde doksanı kadın, ufak tefekler ama eski bir lafla son derecede “mütenasipler”, yüzleri de güzel ve çok sıcakkanlılar. Pazarlık Allah’ın emri, artık zevk olmuş hem satıcı hem de alıcı için. Alışverişten sonra fotoğraf çektirmeyi de seviyorlar. Kamerayı eline alan başlıyor saymaya “one, two, three”. Herkes gülüyor...

Yüce yüreklilerin ülkesi Vietnam

‘Durian’dan uzak durun
Çarşının arka tarafında yiyecek, içecek satılıyor. Her çeşit tropikal meyve, deniz ürünleri, sebzeler, taze otlar, kuru otlar, yosunlar… Pişmiş yemek satanlar da bolca var. İştah açıcı bir görüntü, kokular da öyle ama birden Cakarta’da da duyduğum o ağır, berbat kokuyu duyuyorum ve kendimi hızla ilk kapıdan dışarı atıyorum. Maalesef kokunun nedenini seyahatimizin ancak son etabında, Bangkok’ta çözebildim. Siz siz olun, büyük, yeşil, dikenli gibi duran bir meyveden uzak durun. Bu meyvenin adı “durian”, bence resmen çürük kokuyor. Uzak Doğulular meyvesine de suyuna da bayılıyor, zindelik veriyormuş. Ama ben o zindeliği istemiyorum. Düşünün kamusal alanlara sokulması yasaklanmış, kokusu günlerce gitmiyor. Ben azıcık sapını kokladım az kaldı bayılacaktım.
Fransız imzası her yerde
Kapı önüne çıkar çıkmaz iki bisikletli tuktukçu başımıza musallat oldu. On beş, on beş diyor ve bizi Savaş Müzesi’ne oradan da Notre Dame Kilisesi’ne götüreceklerini söylüyorlardı. On beş VND olamazdı, herhalde adam başı on beş dolar diye düşündük ve bisikletlerin arkasındaki koltuklara kurulduk. Bir keyif, bir keyif… Çok yaşlı oldukları belli dev ağaçların serinliğindeki parkları geçtik, bazıları geleneksel sporları yapıyor, bazıları oturmuş kâğıt oynuyor, bazıları banklarda tembellik ediyordu. Buraya özgü kapok ağaçları çok güzeldi, caddeler ve binalar da… Saygon’da gerçekten de bir Fransız imzası vardı. Hem mimari, hem şehirleşme ve hem de hayat tarzı Avrupa’yı hatırlatıyordu.
Portakal gazı kurbanları
İlk durağımız Vietnamlıların “Agresif Amerikan Savaşı” dediği 68 kuşağına damgasını vurmuş savaşın belge ve bilgilerinin sergilendiği müzeydi. Bahçede ABD’den kalan tanklar, helikopterler, uçaklar vardı. İlk bakışta sanki dekor, ama düşününce bunlar ölüm makineleriydi. 2 milyonu sivil, 3 milyon Vietnamlının öldüğü, 2 milyon kişinin yaralandığı ve 300 bin kişinin kaybolduğu bir savaştı. ABD’nin ölü sayısı 58 bindi. Ben resimlerin çoğuna aşinaydım ama yine de portakal gazı kurbanlarının fotoğraflarının olduğu, turuncu bir ışıkla aydınlatılmış salonda gözyaşlarımı tutamadım. Bu ne korkunç bir katliamdı…
Tekrar dışarı çıktığımızda boğazlarımız düğüm düğümdü, ama ben etrafımdaki genç ve çalışkan, güler yüzlü Vietnamlılara bakarak rahatladım. Hiçbir kötülük gizli unutturulamaz. Hiçbir ulusa düşmanlığım olmadı, olamaz ama inanın o gün Vietnam’da Amerikalı olmadığım için mutluydum. Bir hayli de ABD’li turist gördük, hiçbir terslikle karşılaşmadan dolaşıyorlar. Bu da Vietnam’ın, Vietnamlının yüce yürekliliğinin bir işareti.

Haberin Devamı

Yüce yüreklilerin ülkesi Vietnam

Siz siz olun, büyük, yeşil, dikenli gibi duran bir meyveden uzak durun. Bu meyvenin adı “durian”.

Bedeli ağır bir efsane

Vietnam gerçekten yiğit bir ülke. Bunun o ya da bu siyasi düşünceden olmakla bir ilgisi yok. Gerçekçi olmak gerek, objektif olmak gerek. Bu ufak tefek insanlar ormanlarda, yeraltında mağaralarda varlıklarını sürdürürken devasa bir askeri güçle mücadele etmiş ve sonunda bedeli ağır bir efsane yaratmış. Yıllarca Batı dünyasına vahşi ve zalim olarak tanıtılmaları ne büyük haksızlık… Oysa çok marifetliler, harika dikiş dikiyorlar, elbiseleri çok güzel; yorganlar, yastıklar işliyorlar, enfes bir mutfakları var, el sanatları muhteşem, en yoksullarının evinin kapısında, penceresinde bile çiçekler var, kibarlar, konukseverler, çalışkanlar…
Müzeden sonra yine bisikletlere kurulduk, adamlar bizi biraz daha döndürüp dolaştırdı, uzaktan kiliseyi gösterip, biz oraya giremeyiz, yasak dediler. Çıkarıp parayı uzattık. Bir kıyamet… Bizden istedikleri para on beş dolar değildi. Tenha bir sokaktaydık ve adamlar neredeyse ellerini çantalarımıza daldırmıştı. Çaresiz parayı verdik. Miktarı söylemeyeceğim, başımda daimi bir enayilik tacı taşımak istemiyorum, ama birer bisiklet alsak herhalde çok daha ucuza gelirdi. Buradan yola çıkıp Vietnamlılarla ilgili olumsuz düşünmeyin, sonuçta her yerde bu çeşit insanlar var. Kabahat bizdeydi, enayi turist olmanın sonucuna katlandık. Fakat siz siz olun seyahat ederken fiyatı netleştirmeden hiçbir şey satın almaya kalkmayın, hem de her yerde.

Haberin Devamı

Din, turizme araç olmuş

Ertesi gün şehrin kuzey batısındaki Vinh Nghiem tapınağına gittim. Saygon’a göre bayağı uzaktaydı. Yol boyunca geçtiğim mahalleler daha mütevazı olmakla birlikte caddeler yine geniş, parklar bol ağaçlıydı. Hastanelerin, okulların kapısında yine Ho Chi Minh resimleri, büstleri, heykelleri. Bilmeyen için bir diktatör izlenimi verse de gerçek farklı. Vietnam ona minnetle bağlı, Ho Amca’ya adeta tapılıyor burada.
Pagoda tarzı tapınak Uzakdoğu’da daha önce gördüklerimden daha farklı değildi ve bayağı turistikti. Kore’de din daha saygındı, tütsü satmak için çığlık atılıp kolunuza yapışılmıyordu, biraz rahatsız oldum ve fazla kalmadan oradan ayrılıp yeniden taksiye binerek oradan tam tersi tarafa, Çin Mahallesi’ne gittim. Aman ne kalabalık… Tavuklar, civcivler, her çeşit meyve sebze, yine ucuz kıyafet, ayakkabı, terlik. Bir mahallede fazla çamaşır sallanıyorsa anlıyorum ki para az. Ama her yer yemyeşildi yine. Birkaç fotoğrafın ardından taksiyle merkeze döndüm.
Son günümüzde bir nehir turu yapmaya karar verdik; ne Mekong Deltası’na ne de Cu Chi tünellerine gidecek zamanımız vardı. Bir taksiye binip yine el kol hareketleriyle derdimizi anlatmaya çalıştık. Adam anlamışa benziyordu, bizi limana götürüp gişenin önüne bıraktı. Bakındık, buradan kalkan tarifeli seferlerle kim bilir nereye gidiliyordu? Tekne turundan vazgeçip avare avare dolaşmaya başladık. Nehir kıyısında yürüdük, köprülerden geçtik, gelin ve damatlar gördük, moda fotoğrafı çekimleri yapılıyordu. Sonunda kendimizi yine Dhong Khoi’de bulduk. Saygon’da o kadar çok sinema ve tiyatro var ki şaşarsınız. Kitapçısı da bol, hatta sokaklarda da yaşlı kadınlar ikinci el kitaplar satıyorlar. Bir adam gördük, yere oturmuş heceleyerek yüksek sesle gazete okuyordu. Bir kırtasiyeciden el yapımı defterler, ayraçlar satın aldık. Güzel bir restoranda yine çok lezzetli yemekler yedik. Vietnam mutfağını anlatmaya doyamam. Yemekten sonra tekrar dükkân gezmece, eşe dosta hediye almaca ve sonra otelin terasında buzlu margaritalar… Az sonra hava karardı, gündüz tenha olan caddeler kalabalıklaştı, ışıklar yandı, havuzların fıskiyeleri havaya su püskürtmeye başladı. Ho Chi Minh heykelinin önünde Amerikalı bir grup canlı müzik yapıyordu. Bazıları dans ediyordu. Her yer ışıklar içindeydi. Kadehlerimizi Vietnamlıların mutlu geleceğine kaldırdık ve bavul hazırılığı yine başladı. Yarın sabah yolculuğumuzun son durağı Bangkok’a gidiyoruz.

Yazarlar