Seyircinin içine kıvrılan sokaklarda: Duvara Karşı

Duvara Karşı filminde alevlenen şiddet kendi mahallesinde devriye gezmiyor, sıkça seyircinin içine kıvrılan sokaklarda yol alıyor.

Duvara Karşı filminde alevlenen şiddet kendi mahallesinde devriye gezmiyor, sıkça seyircinin içine kıvrılan sokaklarda yol alıyor. Her kesildiğinde bakışlarımızı başka bir karanlığa kaçırdığımız, acıyla kirli bir havlu olup, sarmalamak istediğimiz bilekler...

Duvara Karşı’yı gördüm. Gerçek bir hikaye olduğuna inandım. Sibel Kekili’nin oynadığı karakterle, gündemi meşgul eden porno olayı sancılarının paralel olduğunu düşünüyorum. ‘Baba’ sendromu süregelir... Nerede doğduğunun önemi yok, ne olarak doğduğun önemli. Türk isen kalıbından taşamazsın, değil ki zincirlerinden boşalasın... Yaşadığımız ( porno filmlerin ortaya çıkmasıyla maruz kaldığı yargılar), hayal ettiğimiz (“Ben evli bir kadınım, kocam seni öldürür.”) ve kurguladığımız (devam etmesi gereken çocuk odaklı evlilik) aynı. Uzatılan parmakları hala kıramıyoruz. Ebebeynlerden dilenecek özürler bitmiyor. Güzel bir his yakaladığında peşine düşmüyor, iyi bir iş çıkardığında peşine düşülmüyor. Belki Kekili’nin rolünün hakkını bunca vermesi tarihinde yatıyor. ‘İsyan’ olarak nitelendirdiği eylem, bu gün ailesine sorumluluğunda esir düşüyor. Kendi hayatından vazgeçen kadın, annesinden vazgeçemiyor. Belki aynı vicdani azabın adına kendi kızına feda oluyor. Sonunda da oturup beraber ağıtlar yakılıyor. Ve kuşaklar değişiyor ama her gelinin belinde kırmızı...

Haberin Devamı

İnsanoğlu nasıl da böyle bir hakkı kendinde görüyorsa, her film karakteriyle kendini özdeşleştirmeye meyyaldir. Orospuyla orospu, işçiyle işçi, burjuvayla burjuva olur. Hiç bir karakterle ilgili geniş tecrübe sahibi değildir fakat,isteklidir. Bilir ya, sonu ne olursa olsun herhangi bir filmin karesine girmeyi başarmış karakter kayda değerdir. İnsan oğlu parlamaktan bihaber; ömür boyu görünmek ister. Işıldayan yıldızlara hasret, kendine her gece mutlu rüyalar diler.

Kimi de geçmişi özler. İçinde incelmiş telleri şiddetle okşayan, bazen kopartırcasına pençeleyen şehirleri, mevsimleri... Nerede daldıysa gözleri artık; Lindau, Berlin, New York, Pekin... Bir fare misali, peynirin kokusunu duyar fakat dokunamazsınız. Her yanınızda nedensiz bir duvar, dolaşmaya mecaliniz kalmamıştır artık. Duvara karşı yorgun, yapabildiğiniz son sürat bile yok etmeye yetmez sizi. İntihara gerçekten ihtiyacı olan insan, bunu gerçekleştirmeye dahi güç toplayamayandır. Gerisi dehşet...

Haberin Devamı

Enlemesine kesilen bilekler işe yaramaz, boylamasına akan kan yön değiştirir. Kendini öldürecek cesaretin yoksa, başkalarını yapması için kışkırtabilirsin. Gecenin bir yarısı ara sokakta sadece varlığına akıtılan salyaların ortasına geçirirsen bir kafa, unuturlar cinsiyetini; sıkı dayak yersin. Üstüne üstlük anasına söversen, orospu çocuklarının, tekrar yerden kalkıp, amacına kesin ulaşırsın. Ama acıya doymayı bilmezsen, birileri hep gelir kaldırır seni yerden. Kurtardığı hayatını ona adarsan, reddetmez; kararırsın yeniden.. Kendini hiç sevmemişsindir; sevsen, kendin kadar seveceğin adamın yoluna düşersin düşünmeden. Sevsen, “İşte bunu ben yaptım, kapatın çenenizi ve takdir edin!” dersin. Kendimize ne zaman küstük biz? Ödüllendirilmiş başarılarımıza bulaşan çamurları bile silemiyoruz, değil aşkın ışığında parlamak. Kadın olmak bu kadar ağır mı, bir türlü altından kalkamıyoruz?

Haberin Devamı

Birol Ünel, Im Juli’daki kısa soluklu ama unutulmaz serseri tavırlarını başrole taşımış bu filmde. Erkeğin çekiciliği fiziksel özelliklerinde değil, tavırlarında yatarmış gerçekten. Canlandırdığı karakter o kadar yakışıyordu ki üzerine,mümkünse soyunmasın. Film boyunca içtiği her biranın tadını hissetmek istedim. Kocaman bakışlarında küçüldüm. Kendinden çoktan vaz geçmiş, yaşamı ıskalamış Cahit. Bir bahanesi yok süregelmek için... “Dünyayı değiştiremiyorsan, kendi dünyanı değiştir.” diyen terapiste sövse de, oyalanmak adına bir oyunun içinde buldu kendini. Ama yine cinsiyetinin tabiatından olsa gerek, ilk sobelenen de o oldu. Formalite icabı yaptığı evliliği sahiplenmeye başladı ve kağıt üzerindeki karısını okumaya... Halbuki ne kadar yakıştı takındığı lisan; biliyorum pek çok hemcinsim dilemiştir telafuzu olsun bu adamın...

Favorim iki sahnede de reddedilmenin sancısında kan akıtıldı. İlkinde Sibel, Cahit’e evlenmekten bahsederken aldığı ters tepki sonucu bira şişesini kırdı ve bileğine sapladı. İkincisinde Cahit, Sibel’e aşık olduğunu anladığında ellerinin ayasını cam kırıklarında kanattı ve anı törene çevirip dans etmeye başladı. İşte bu görüntüler hafızama fena kazındı.

Güven Kıraç sönmemiş, yeni parlayan yıldızlar arasında.. Evlilik ‘problem’ , aşk ‘lunaparktaki tahta at’ mı gerçekten? “.mına koyayım!” Meltem Cumbul, “Are you strong enough to destroy her life?” sorusu, vurgusu, telafuzu ile rol kabiliyetini özetledi bence..

Fatih Akın... Ayrıntıların hakkını verdiği için hak etti geldiği yeri. Nereden geldi? Bulanılan ortak çamurdan.. Artısı neydi? Eksik etek olmaması ya da 1-0 mağlup başlaması mı? Halbuki bir Türk olarak Almanya’da yaşaması, bir kadın olarak Türkiye’de yaşamaktan farklı mı? Ben bu filme inandım.

Lafın kötüsü kaldı, ben yatayım artık... Yaşı ilerlemiş insanların sohbetten sıkıldıklarında başvurdukları bir deyiş bu. Aynı zamanda derin bir uykuya kanatlanmanın yolunu açar. Biz bu duyguya bazı filmleri izlerken kapılırız. İhtiyarı, sohbet gerçekten sıkmıştır, ya da konuşulanların bir günahı yoktur, rüyaları kapıyı sarsarak çalıyor olabilir. Bu aynı zamanda her filmin yazgısıdır. Senaryosundan kurgusuna, oyuncularından, görüntü efektlerine herşeyiyle kusursuz bir film, günün telaşına, dönemin sıkıntılarına kurban gidebilir. Bir gün başka bir mekanda yeniden rastladığınızda anlarsınız; “Ulan neymiş be bu film, ben es geçmişim” dersiniz. Fakat bazı hikayeler, böylesi minik ihtimallere bile yer vermez. Sille tokat içine çeker sizi. Duvara Karşı filminde alevlenen şiddet kendi mahallesinde devriye gezmiyor, sıkça seyircinin içine kıvrılan sokaklarda yol alıyor. Her kesildiğinde bakışlarımızı başka bir karanlığa kaçırdığımız, acıyla kirli bir havlu olup, sarmalamak istediğimiz bilekler...

Bir de Almanya’da gece hayatı zerre ilerlememiş, bunu görebiliyoruz. Doğuyla birleştikten sonra iyice coşması beklenen ülke, 17 yaşında askere yollanan bir St. Joseph’li gibi mallaşmış, boşluğa dikip bakışlarını aynı tempoda saatlerce sallanır olmuş.

Sever, sevişiriz aşk kapıya dayandıkça ama biz dayanmaz, dayatmayız. Ya karşımıza başka biri çıkarsa? Birbirimizi korkutmaktan vazgeçelim.

Adamın evi dağınık, kadın geliyor topluyor, böyle daha mı iyi oldu sanki? Bilmiyorum ki.. Yağmurlu havada bir şemsiye sahibinin gürültülü yardımını mı dilersiniz, yoksa sessiz bir sırılsıklamlığı mı? Şemsiyeyi hiç sevmedim, anlam veremedim, edinemedim. Dualarla çağırdıkları bir misafir gelmiş... Hızlanmadım bile yürürken... Eridim.