Filiz Dağ

Filiz Dağ

filizdag@digitalronesans.com

Tüm Yazıları

Su, hava, toprak ve ateş… Yaşamın kaynağı, evreni oluşturan temel elementler… Bütünlükten bir yaşam yaratımı… Nasıl evreni oluşturan o 4 elementten biri eksik olunca yaşam tehlikeye giriyorsa, insanı geliştirmemiz için de bizi biz yapan temel eğitimdeki bilim, kültür ve sanat da ayrıştırılmamalı. Çünkü, çağımızın katma değerli marka işleri yaratıcı zihinlerle mümkün.

Bir kadın düşünün, bu 4 elementten su ve havayı yıllarca çalışıyor, suyu fotoğraf sanatıyla birleştiriyor, mühendisliğiyle makinenin algoritmasını yazıyor ve dünya tarihinde bir ilki gerçekleştiriyor… İlham öyle durduk yere gelmiyor. Şöyle ki…: ODTÜ Havacılık ve Uzay Mühendisliği bölümünü birincilikle bitirip, MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) havacılık ve uzay alanında yüksek lisans eğitimini alıyor. Devamında uzaydan suya dalış (geçiş) yapıyor ve Woods Hole Oceanographic Institution ve MIT ortak programından Makine Mühendisliği ve Oşinografi (Okyanus Bilimleri) doktorasını tamamlıyor.

Haberin Devamı

Okyanuslara Açılan Bir Bilim Yolculuğu: Oşinografi

Ve “Sea-thru” ile gelen “Blavatnik Genç Bilim İnsanı” ödülü… Mucidi olduğu Sea-thru ile su altı çalışmaları yapan herkes, su altındayken su yokmuş gibi net bir şekilde kamerayla görüntüleme imkanını buluyor. Hepimizin bildiği denizin altındaki o bulanık, buzlu ve mavi görüntü artık yerini ormanda çekilmişçesine berrak ve renklerin canlılığına bırakıyor.

Derya Akkaynak... Bu başarılarla hepimizi gururla heyecanlandıran genç bir bilim insanı. Kendisinde deneyimleri yanında sevdiğim şey ise çevresindekilerle bilgisini paylaşma özverisi… Gerçek anlamda bir yaşam, canlı ve insan sever. Bilgi ve birikimini fayda ve farkındalık sağlamak için kullanan, yol açan ve yol gösterici bir bilim insanı…

Sizi tanıyalım Derya Hocam…

Ankara’da doğdum, TED Ankara Koleji mezunuyum. Annem İzmirli olduğu için hayatımız hep Ankara-İzmir arasında geçti. Hem çok ders çalışan hem çok hayal kuran bir çocuktum. Daha ilkokuldayken okuldan eve gelip, önlüğümün bir kolunu çıkarıp diğerini çıkarmadan defterimi, kitabımı yere serip, ödev yapmaya başladığımı hatırlıyorum.

Haberin Devamı

O zamanlardan disiplin, azim ve heyecanınız varmış…

Mesela… Lisede fizik sınavı mı var… Sınavdan haftalarca önce kütüphaneden derste kullandığımız fizik kitabından farklı 5-6 fizik kitabını ödünç alırdım, hepsinden aynı konuyu çalışırdım, ilgili soruları çözerdim. Formülleri ezberleyip sınava girmek yerine, sınav sırasında, o kısıtlı sürede, temel prensipleri kullanarak gereken formülleri sıfırdan türetirdim. Bunu yaptığım için üniversite 2’de iken sınıf ortalamasının -yanlış hatırlamıyorsam- 40 olduğu Dinamik sınavından 100 üzerinden 105 almıştım (tahmin edebileceğiniz gibi herkes bana sinir oluyordu.). Ama bunu yüksek not almak veya kimseyi sinir etmek için değil, benim doğal öğrenme stilim bu olduğu için yapıyordum.

Yüzler gözümde canlandı bir an… Çok iddialı ve sevimli! Ya aileniz sizi nasıl destekledi?

Ailem bana hiç “ders çalış” demedi, hatta annemin “Yeter kızım, bu kadar çalışma artık!” demesi hala kulaklarımda. Ben ne yapmak istersem beni hep desteklediler. 2001 senesinde San Diego’da bir senelik bir değişim programına kabul edilmiştim. Yola çıkmadan iki ay önce hiç beklemediğimiz bir şekilde anneme 3. evre kanser teşhisi kondu. Annemin ilk söylediği şey: “Sakın gitmemeyi aklından bile geçirme. Gideceksin, hayatını yaşayacaksın, ben de iyileşip seni ziyarete geleceğim”. Geldi de. Hiçbirimiz doğduğumuz yeri, zamanı, koşulları seçemiyoruz. Herhalde benim hayattaki en büyük şansım, dünyaya çok geniş bir pencereden bakan, ufacıkken bile bana ve ablama birey olarak saygı duyan, fikirlerimizi soran, fikirlerimize değer veren, bizleri dünya vatandaşı olarak yetiştirmeye çalışan bir anne ve baba.

Haberin Devamı

Çok haklısınız… Peki çocukluğunuzdan bir anı var mı hatırınızda?

Evet o zamanlar çok etkilendiğim, şimdi ise düşündükçe çok utandığım bir anım var... Babamın Tayland’a yaptığı iş seyahatlerinden biri okul tatiline denk geldiği için ablamla ben de gidebilmiştik. Babamın Bangkok’taki ortağı, bizi, “If it swims, we have it.” (Türkçesi: ‘Yüzen bir şeyse, bizde vardır.’) adlı bir restorana götürmüştü. Devasa bir süpermarket düşünün, reyonlarında alışveriş arabanızla ilerliyorsunuz ama raflarda paketlenmiş ürünler yok, kocaman deniz suyu akvaryumları var, içinde canlı acayip hayvanlar var, içleri yine acayip hayvan parçalarıyla dolu kocaman buz dolapları var. Ne yemek istiyorsanız alıp alışveriş arabanıza dolduruyorsunuz, pişirip masanıza getiriyorlar. O zaman oradaki hayvanların çeşitliliğine hayret etmiştim, meraktan bir çoğunu denemiştim. Küçük bir çocuğun ağzını açık bırakan bu tecrübeyi şimdi düşündükçe çok utanıyorum. Çünkü 30 sene önce bizim olduğumuz gibi bilinçsiz tüketiciler yüzünden endüstriyel balıkçılar kökünü kurutana kadar denizde “yüzen her şeyi” avlayıp, her şeyden para kazanabildiler. Umarım bugün artık öyle bir restoran yoktur.

Okyanuslara Açılan Bir Bilim Yolculuğu: Oşinografi

Peki… Özellikle günümüzde uzay alanı çok büyük atılımlarda. Siz de lisansınızı ODTÜ Havacılık ve Uzay Mühendisliğinde tamamladınız. Bu tercihiniz havacılığa merakınızdan mıydı?

Hayır. Üniversite sınavında puanım 6. tercihime tuttuğu için yerleştim ODTÜ Havacılık ve Uzay mühendisliğine. Önceki tercihlerim de herhalde ODTÜ/Bilkent Endüstri, Bilgisayar, İnşaat, Elektrik/Elektronik idi, 1998’deki puanlar neyse o artık. Doktor olmak istemediğimi kesin bildiğim için tıp yazmamıştım, onun dışında tüm mühendislikleri puan sırasına göre yazmıştım, ama hepsine de aynı derece uzaktım. Esas okumak istediğim deniz biyolojisiydi ama babam -çok da haklı olarak- “Biyoloji mezunu olursan Türkiye’de senin emeğine saygı gösterecek, insanca yaşayabileceğin maaşı verecek hangi kurumda çalışacaksın? Önce mühendislik eğitimi al, arkasından hala istersen biyoloji okursun” demişti. O şekilde ODTÜ Havacılık ve Uzay Mühendisliği’ne girdim.

Havacılıktan denizlere… Okyanus Bilim olarak bilinen bu alana Oşinografi’ye olan ilginiz ilk nasıl başladı?

Denize ilgim ailemizin İzmir’le bağından geliyor, çocukluğumun Urla’da geçirdiğim günlerinden. Altı sene havacılık okuyup, üç sene de çalıştıktan sonra oşinografi okumaya karar verdiğimde beni tanıyan hiç kimse yadırgamadı. Hatta çok yakından tanıyanlar belki biraz rahatlamışlardır, “İşte! Şimdi yolunu buldu.” gibisinden…

Ve çok önemli bir alan çağımızda. Özellikle iklim krizinin sebep olduğu doğal afetleri düşünürsek… Bir de müsilaj konusu denizlerimizde ciddi korku saldı. İlk defa deniz canlılarının ve deniz altının önemi ülkemizde bu derece farkındalık uyandırdı. Ne dersiniz?

Ben şöyle düşünüyorum: iklim krizine sebep olan etkenlerle bugün çoğumuzun mutsuz, tatminsiz, düşük gelirli, sağlıksız yaşamasına sebep olan etkenler aşağı yukarı aynı. Yani her insanı insanca yaşatabilecek bir sistem yerine birkaç insanı zengin etmeye dayalı sistem hem çalışan insanın emeğini sömürüyor hem de gezegenimizi ve doğal kaynaklarımızı sömürüyor.

Kalbimden vurdunuz… Ne güzel söylediniz!

Çünkü… İklim krizini ‘Bana ne!’, ‘İklimi mi düşüneceğim?’, ‘Gelişmiş ülkelerin sorunu…’, ‘Ben ne yapabilirim ki!’ gibi düşüncelerle ciddiye almazsak, iklim krizinin ciddiyetinin ve aciliyetinin farkında olan politikacılara oy vermezsek, yarın bugünkünden daha mutsuz, daha sağlıksız, daha fakir olacağız. Üstelik de bugün en kötü durumda olanlarımız, en çok etkilenecek. Gerçekten bugünkünden daha berbat bir hayat yaşamak istiyor muyuz?

Haklısınız. Önerileriniz neler?

İklim kriziyle mücadelenin, yani karbon emisyonlarını azaltmanın, pek çok yolu var. Ama en önemlisi insan davranışının değişmesi. Daha az ve daha verimli üretmemiz, daha az tüketmemiz, daha az israf etmemiz, tüketirken de düşünmeye başlamamız gerek. Bize tüketime odaklı bir sahne sunuluyor diye, bizim bu sahneye atlayıp bizden beklenen tüketici rolünü oynamamız gerekmiyor. Bilinçli tercihler yapmakla başlayabiliriz.

“İnsan davranışının değişmesi…” Her cümleniz ders niteliğinde!

Karbon emisyonlarını azaltmanın başka bir yolu ve en etkili yollarından birisi, yetişmiş her ağacı korumak ve dünya genelinde bir ağaçlandırma seferberliğine gitmek. Çünkü karbon tutulumunu en verimli sağlayan, üstelik en ucuz sisteme sahip olan “ağaç”tır. O yüzden dünya genelinde de Türkiye’de de maden için, taş ocağı için bir tek yetişmiş ağacın bile kesilmemesi lazım. Eğer insan odaklı bakarsak, tek bir ağaç her madenden daha değerli.

“Tek bir ağaç her madenden daha değerli...” Anlıyorum. Bu emisyonları azaltmadaki yöntemleri nasıl buluyorsunuz?

Havadan karbon yakalayan ve depolayan, yani emisyonları azaltma amaçlı geliştirilen yapay teknolojiler var. Bunların varlığı, beni umutlandırdığı gibi korkutuyor da… Aklımızı başımıza alıp yaşam biçimimizi değiştirip, gezegene saygılı bir şekilde yaşayarak değil, daha kolay olduğu için yapay teknolojilere çözümmüş gibi sarılmamız korkutuyor beni.

Biraz açar mısınız bu Yapay Karbon Yakalama Teknolojilerinden neden korktuğunuzu?

Elbette! Yapay karbon yakalama teknolojileri çok önemli, değerli ve gerekli, o sakın yanlış anlaşılmasın. Ama bir nokta gelir de bu teknolojiler çok ucuz ve verimli olur da atmosfere saldığımız karbonu ciddi miktarda azaltırlarsa, ısınmayı kontrol altına almak için elbette çok iyi olur, ama, bugünkü müsrif, verimsiz, insan emeğini ve doğayı sömüren yaşam tarzımız olduğu gibi devam eder. Bu gerçek bir çözüm değil. Şuna benziyor, beslenme sebebiyle yüksek kolesterolü olan bir insanın, hayat tarzında hiçbir değişiklik yapmadan ilaç kullanması gibi. Kolesterol seviyesini düşürür mü, düşürür. Ama esas soruna sebep olan etkenler ortadan kalkmadığı için mutlaka o kişinin sağlığı, hayat kalitesi başka yönlerden etkilenmeye devam eder ve başka, belki de çok daha ciddi sorunlar doğurur.

Ve aslında çözüm insan davranışının değişmesi gerekliliğine geliyor. Peki ya benzinli yerine elektrikli araçlar hakkında görüşleriniz neler?

Aslında yine korktuğum teknolojik dönüşümlerden birisi benzinli arabalardan elektrikli arabalara geçiş... Yüzeysel bakınca emisyonları düşürmek adına çok iyi bir çözüm. Bugün dünya genelinde belki bir milyardan fazla araba var, hepsi benzinle, yani fosil yakıtıyla çalışıyor. Yarın bir milyardan fazla elektrikli araba olması ihtimalini düşünün: o kadar arabanın bataryasının kullanacağı manganez, kobalt, bakır, nikel vs nereden gelecek? Derin okyanus tabanındaki polimetalik nodüllerden. Okyanus tabanın henüz çok az bir kısmına ulaşabildik, görüntüleyebildik, bilimsel araştırma yapabildik. Daha yeni yeni, bilim insanları okyanus tabanı eşelendiğinde çok yüksek miktarda karbon açığa çıktığını (yani eşelenmemesi gerektiğini) gösterdiler. Orada tam neye sahip olduğumuzu bilmeden, anlamadan, sonuçlarını hesaplamadan vahşice işleyecek (ve tabi hiçbir şekilde hesap vermeyecek) şirketlere izin vermek, şimdi içinde olduğumuz iklim krizine sebep olan durumu aynen devam ettirmek demek. Türkçemizdeki çok güzel bir deyimle aynı hamam, aynı tas yani zenginler daha zengin, fakirler daha fakir, doğal kaynaklarımız daha çok tahrip olmuş, ama benzinli arabadan elektrikli arabaya geçmişiz.

Birden gözümde okyanus madenciliği canlandı… Milyonlarca canlı ekosistemi tehlikede olabilir; karbon emisyonu engellerken başka bir tehlikeye yol açmak… Ya çözüm?

Araba konusunda gerçek çözüm, arabalara daha az ihtiyacımızın olacağı bir yaşam biçimi ve şehirleşme. Daha çok, daha kullanışlı, daha verimli toplu taşıma. Bir yere ulaşmanın en kolay, en hızlı, en güvenli, en konforlu yolunun yürüyerek, bisikletle, otobüsle, trenle gitmek olması. İmkânsız değil, çok geç değil, hatta çok zor bile değil. Sadece böyle yaşamak istediğimize karar vermemiz gerekiyor; bunların farkında olup bize bu şartları sağlamaya söz veren politikacılara oy vermemiz gerekiyor.

Okyanuslara Açılan Bir Bilim Yolculuğu: Oşinografi

Türkiye’de okyanus olmasa da denizlerle çevrili… Peki, sizce bu sektörde dünyada nerede? Hak ettiği yerde olması için ne yapmalı?

Ben yaklaşık 20 senedir Türkiye’nin dışındayım. ODTÜ’yü bitirdikten sonra da Türkiye’de hiçbir üniversitede bulunmadım, araştırma yapmadım. O yüzden bu sorunuzu dışarıdan bakan bir kişi olarak yanıtlıyorum, derinlemesine bilgi sahibi olmadığımdan Türkiye’de araştırmalarını yürüten hiçbir araştırmacımıza haksızlık yapmak istemem. Bilimsel çerçeveden baktığımızda, dışarıdan bakan biri olacak gördüğüm, deniz bilimlerinde Türkiye olabileceği en iyi yerde değil. Özellikle deniz teknolojileri konusunda -gemi mühendisliğinden bahsetmiyorum, yeni, inovatif biyo-kimyasal, akustik, optik sensörler, robotik sistemler vb.den bahsediyorum- ve benim alanım olduğu için çok iyi bildiğim sualtı görüntüleme konusunda önemli yayınlar göremiyorum. Bu demek değil ki bu alanlarda hiç araştırma, araştırmacı yok. Çok hevesli, yetenekli, çalışkan araştırmacılar vardır mutlaka. Ama üniversitelerde onları destekleyecek altyapı, fon, vizyoner yöneticiler var mı, ondan emin değilim. Araştırmalar, yeni teknolojiler zaman ister, yatırım, süreklilik ister. Özellikle denizde çalışmak çok pahalı, lojistik olarak zor, o yüzden araştırmacıya sistemin de desteği olmadan deniz teknolojisi üretmek çok zor.

“İnovatif biyo-kimyasal, akustik, optik sensörler, robotik sistemler, su altı görüntüleme…” ve “Alt yapı, fonlar ile vizyoner yöneticiler…” Bize bir örnek verir misiniz?

Tabii. Uzun olacak ama bir örnek vereyim: mesela gerçek zamanlı çalışan bir yazılım geliştirdiniz. Bu yazılım sualtında görüntüleme yaparken vizibiliteyi artıracak, 3 metre yerine 6 metre ötenizi görmenizi sağlayacak. Piyasadan aldığınız ticari bir kameraya bu deneysel yazılımı yükleyemezsiniz. Ne yapmanız lazım? Sıfırdan bir sualtı kamera sistemi geliştirmek, yazılımınızı buna yükleyip test etmek durumundasınız. “Yapay Görme” kamerası denen, arzu ettiğiniz gibi programlayabileceğiniz sensörlerden almanız lazım. Bu kameraya onu çalıştıracak, küçük boyutta ama çok güçlü bir bilgisayar eklemeniz lazım. O bilgisayara görüntüleri kaydedeceğiniz küçük bir bellek eklemeniz lazım. Sistemi çalıştıracak, belli bir süre yetecek bataryayı entegre etmeniz lazım. Bütün sistemi içine alacak, suya ve basınca dayanıklı sualtı kılıfını üretmeniz lazım. Eğer bu kamerayı bir dalgıç kullanacaksa, o kılıfın üzerine dalgıcın bilgisayarı kontrol edebileceği bir ekran ve düğmeler koymanız lazım. Dalgıç o düğmelere basınca gerekli işlemlerin olması için bir ara yüzü programlamanız lazım. Yani kendi yazılımınızı test edebilmek için sıfırdan bir kamera üretmeniz lazım. Böyle bir kameranın parçalarının bazıları Türkiye’de üretilmiyor olacak. O zaman yurt dışından getirteceksiniz. Diyelim ki yeterli bütçeniz var, Tübitak’tan gerekli fonu aldınız (alamadıysanız zaten yazılım kısmında kaldınız, ilerleyemezsiniz). Fonu aldınız diyelim, ama bu sefer de Dolar 10 TL, üstüne bir de yüksek gümrük vergisi var. (Üniversiteler gümrük vergisinden muaf mı bilmiyorum.) Türkiye’de kaç tane üniversitede bir araştırmacının böyle bir teknolojiyi geliştirebileceği bir ortam var?

Bahsettiğiniz süreç aslında tam da birçok araştırmacımızın yaşadığı sorunlar, evet…

Şunu da düşünün, mesela bu projeyi yapacak postdoc kaç para maaş alıyor? Bildiğim kadar Tübitak’ın verdiği postdoc maaşı aylık 6,000 – 10,000 TL arası. Yukarıda bahsettiğim mühendisliği yapabilecek kalibrede kişi, üniversite destek olmuyorsa, devlet destek olmuyorsa, üniversitede niye kalsın? Özel sektöre gider, yurt dışına gider (örnek: hemen dibimizdeki İsrail’de postdoc maaşı aylık 10,000 şekel, bugünkü kurla neredeyse aylık 27,000 TL). Bu kişiler gidince kim kaybeder? Türkiye kaybeder. Geliştiremediği teknolojiyi hep yurt dışından almak zorunda kalacağı için Türkiye kaybeder.

Tespitleriniz net… Ya beyin göçünü önlemek için ilk yapılacaklar dersek…

Biz bu kişilerin kalması için, hatta yurt dışından – Türk veya yabancı -  alanlarında en iyi araştırmacıların gelip Türkiye’de çalışmaları için üniversitelerimizi, araştırma ortamımızı çekici hale getirmek durumundayız. İlk adım, bilime saygı duyulan bir ortam yaratmak, üniversitelerin özerk olması. Üniversitelerin araştırma kültürüne sahip kişiler tarafından yönetilmesi. Devletin araştırmalara verdiği fonların ikiye, üçe, beşe katlanması. Deniz bilimlerinden başlayıp genel bir noktaya geldik ama bu temel iskelet olmadan hak edilen yerlere gelinmesi mümkün olmaz.

Girişimcilik, uzay, mühendislik, fotoğraf sanatı ve robotik birleştirdiniz. Bu çok disiplinliliğin size neler kattığına, nasıl yansıdığına inanıyorsunuz?

Farklı bakış açıları sağladığı için çok disiplinliliğin epey faydasını gördüğümü düşünüyorum. Neden Sea-thru algoritması bu kadar başarılı oldu, dünya genelinde ses getirdi? Çünkü aslında bir bilgisayar bilimi problemi olan sualtı fotoğraflarında renk düzeltme problemine ben fizik ve biyoloji açısından yaklaştım. Sea-thru’dan önce belki 20 tane yayınlanmış algoritma var, ama hepsi bilgisayar bilimcileri tarafından yazılmış, fotoğraf oluşmasının temelindeki fiziksel kurallar derinlemesine incelenmeden yapılmış. Hatta fiziksel kurallar o kadar incelenmemiş ki, yaygın görüş: “Sualtı fotoğraflarında renkleri doğru düzgün düzeltemiyoruz çünkü elimizde yeteri kadar veri yok, bilgisayar bilimi problemlerine kaliteli ve çok miktarda veri lazım…” düşüncesi hakimdi. Halbuki kullanılan fiziksel model yanlıştı – onu düzeltmek ve yeni fotoğraf oluşma modeli geliştirmek, bir bilgisayar bilimi problemine fiziksel açıdan bakabildiğim için bana nasip oldu.

Ya yeni alanlara merak saldığınız da oluyor mu?

Evet. Bu alanlar dışında geçtiğimiz sene içerisinde taaa lisede bıraktığım bir alana, kimyaya biraz dönüş yaptım. Çünkü yılbaşında kendime söz verdim, günlük hayatımda kullandığım, banyoya ve mutfağa giren, tek kullanımlık plastik ambalaj içerisindeki her ürüne bir alternatif bulacağım. Plastiksiz alternatifini bulamazsam kendim yapacağım diye. Kolay olmasa da sonuçlarından memnun olduğum şampuan, krem ve deodorantı kalıp olarak bulabildim (ve tabi sabun, o kolay), bu ürünler tamam, artık hayatta plastik şişede şampuan veya krem almam. Bu hassasiyetim yüzünden hayranlıkla izlediğim Ebrar Karakurt’un tek kullanımlık plastik ambalajda satılan bir şampuanın reklam yüzü olmasına üzülen tek kişi benimdir herhalde… Diş macunu zorladı, plastik tüpte satılmayan (toz veya hap şeklinde) bulabildiğim ürünlerden hiç birisi tatmin etmedi. O konuda arayışım devam ediyor.

Okyanuslara Açılan Bir Bilim Yolculuğu: Oşinografi

Ah mükemmel! Mucitliğe devam o zaman, başka neler var?

Mesela çamaşır deterjanı ve yumuşatıcı biraz daha zordu, internetten bulduğum tariflerle – epey deneme yanılma sonrası onları da kendim üretmeye başladım. Daha az enerji kullanmak için soğuk suda yıkıyorum, ev yapımı deterjan da soğuk suda gayet iyi sonuç verdi. Hayatımın sonuna kadar bir daha asla plastik bidonda çamaşır deterjanı almayacağım, o plastik çöpü üretmeyeceğim.

Kimyada da atılımlar yapıyorsunuz ve temel hedefiniz temiz ve yaşanılası bir dünya için… Tüm insanlık adına. Sizi bu derece besleyen nedir?

O zaman en başta “Ekoloji” demem lazım. Doğaya hayranım, doğaya aşığım ve biyoloji okuyamamak biraz içimde kaldı. O açığı şimdi kapatmaya çalışıyorum. Çok şanslıyım ki hayat arkadaşım bir mercan ekoloğu. Onun sayesinde pek çok ekolojik teoriden, yöntemden, çalışmadan haberdar oluyorum ve düşünme sistemime biraz da doğa harmanlayabiliyorum.

Hayalinizdeki en uç gelecek güzellemesi nasıl?

Hayalimdeki en uç gelecek, yüzyıllar önceki gibi doğayla bütünleşik yaşadığımız bir hayat. Göğe yükselen binalar, asfalt yollar ve beton kaldırımlardan değil, ağaçların arasından gidilen, bahçesinde çim ve tropik çalılar olan değil yaban otlar, çiçekler, arılar olan iş yerleri. Azalan değil, başka canlılara yaşam alanı oluşturduğumuz için artan biyoçeşitlilik, yaptığımız her ekonomik hesaba dahil ettiğimiz ve öncelik verdiğimiz sağlıklı bir ekosistem. Daha mutlu, huzurlu, kendine yeten insanlar. Bu acayip uç gelecekte aklımızı, kaynaklarımızı, zamanımızı, teknolojimizi hayatımızı iyileştirmek için kullanıyoruz ama doğaya rağmen değil, doğayla beraber, insan için de doğa için de adil bir şekilde. Ben de oradayım tabi, çalışmalarıma aynen devam ediyorum, aynı zamanda ceviz, badem, lavanta, zeytin yetiştiriyorum.

Twitter: FlzDag 

Instagram: Benfilizdag