Türkiye’de yaz tatili ve eğlence denince akla gelen ilk yer olan Bodrum sezonu açtı. Yaz boyunca, “O koy senin, bu beach club benim, o bar senin, bu gece kulübü benim” diye her gün Bodrum’u koydan koya hatta boydan boya turlayacak basın mensupları da tatil ve eğlencenin kalbindeki yerlerini aldı.
Biz de arkadaşımız Abdullah Malkoç’u gönderdik Türkiye’nin en gözde turizm merkezine.
Bodrum tatili artık son yıllarda bir isimle özdeşleşti. Hani o sürekli gittiği iskeledeki şezlonguna uzanıp, gün boyunca güneşin altında kalan Eda Taşpınar ya da nam-ı diğer “İkoncan”...
Bu yıl Bodrum’dan hiç “İkoncan” fotoğrafı gelmemesi hiç de hayra alamet değildi.
Çünkü bu; “İkoncan” yoksa, bu yaz Bodrum sönük geçecek demekti.
Hafta sonu, herkesin Bodrum’a beklediği Eda Taşpınar’ın Zeytinburnu’nda işbaşında olduğuna dair fotoğraflar geçti elime...
“İkoncan” Bodrum’da tatilde değil, Kazlıçeşme’de bir deri atölyesindeydi.
Ortaya çıktı ki, merkezi Kazlıçeşme’de bulunan deri ve kürk firması Punto, 2008 - 2009 kış koleksiyonunda onun adını taşıyacak modeller için Eda Taşpınar’la anlaştı.
Eda Taşpınar da, Bodrum’un beach club’larında güneşlenmek yerine soluğu Kazlıçeşme’deki atölyede aldı, önümüzdeki sonbahar ve kış “Eda Taşpınar” imzalı deri modelleri çizip diktirmek için...
Yeri gelmişken şunu da vurgulamakta yarar görüyorum. Medyanın “İkoncan” adını takıp dalga geçtiği Eda Taşpınar’ı takdir ediyorum.
Bir kere (Bazen ünlü markaların modellerini birebir taklit ettiği ortaya çıksa da) kendine özgü bir tarzı var.
Katıldığı her davette, kendine özgü kıyafetiyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor ve medyanın ilgi odağı oluyor.
Bir de müthiş bir sabrı var.
İnsana değil de, bir taşa yazılsaydı o yazılar, dinamit etkisi yapar mıcıra dönerdi, ama Taşpınar “taş”tan da güçlü olduğunu gösterdi, “Bana mısın?” bile demedi, yoluna devam etti.
Türklerin ‘parti’ merakı İngilizleri bile şaşırttı!Geçen hafta, İngiliz televizyonu BBC 3’ün bir yarışmasının ilk ayağı yapıldı İstanbul’da...
“The Last Tycoon” adlı yarışma, bir dönem CNN Türk’te yayınlanan “Çırak”ın bir benzeri ama daha da ilginci...
BBC 3, ekim ayında ekrana gelecek yarışma için, 6 çiftten oluşan toplam 12 yarışmacıyı gönderdi İstanbul’a.
BBC 3, İngiltere’de iş ve para sahibi 12 maceraperest yarışmacının uçak biletini aldı, onlara yıldızı bile olmayan bir otel ayarladı, ceplerine de her gün için 40’ar YTL harçlık verdi.
Her çiftin yanına bir kameraman, bir sesçi ve bir gözlemci koyan BBC 3, yarışmacıları Türkiye’ye parasız ve kredi kartsız gönderdi.
Formata göre her çift, İstanbul’da para kazanabileceği iş belirledi.
Kimi simit sattı, kimi su, kimi fikir, kimileri de parti düzenledi.
Yarışmanın “Çırak”tan farkı şu:
Üç gün sonunda hangi ekibin ne kadar para kazandığı belirleniyor, en çok kazanan ekip birinci ilan ediliyor ve eleniyor.
Ama giderken “Krallar gibi” gidiyor. Çünkü, kendi kazandıklarının üstüne diğer ekiplerin kazandıkları da onlara veriliyor ama bir şartla.
O şehirde geçirecekleri son günde o parayı son kuruşuna kadar yiyip bitirmek şartıyla...
Londra’dan gelen 6 ekipten üçü İstanbul’da nasıl para kazandı dersiniz?
Düzenledikleri uyduruk partilere davetiye satarak...
Kimi SuAda’da parti verdi, kimi 360’ta, kimi Balans’ta...
Sultanahmet’te “soğuk su” satan Oliver Zissman ile Lucy Cohen ikilisi İstanbul macerasını, birkaç YTL kazançla noktaladı. Simit satanlar da öyle...
SuAda’da “Talent/Model Searchh Party” düzenleyen Oli Norman Lianne Miller ikilisi ise tanesi 25 YTL’den 90 davetiye sattı.
2 bin 250 YTL cironun tamamı kâr.
Dikkatinizi çekerim... Halkla ilişkiler ve pazarlama uzmanı Oli Norman ile kozmetik ürünleri pazarlamacısı Lianne Miller, bu parayı dillerini dahi bilmedikleri bir şehirde iki gün içinde davetiye satarak elde etti.
SuAda’ya giriş zaten ücretsiz.
Bir insan, girişi zaten bedava olan bir yere içeride hiçbir işe yaramayan parti davetiyesi için neden para öder?
Bir insan, hayatında ilk kez gördüğü insanların düzenlediği bir “Parti”ye niye katılmak ister?
Londra’dan gelen yarışmacıların yarısının İstanbul’da parayı kendi düzenledikleri partiye davetiye satarak kazanması beni yıllar öncesine götürdü.
1982 yılında haber için İstanbul’da insanlara sahte basın kartı ve basın plakası, haberleri olmadığı halde sanatçılar ve sporcular için sözde yardım gecesi düzenleyenler arasında bir ay geçirmiştim.
Çakma “basın kartı”na ya da “basın plakası”na 2-3 bin dolar ödeyenleri, sanatçılar adına düzenlenen sözde yardım geceleri için 5 - 10 davetiye birden alanları, “Sigorta Araştırma’dan geliyoruz. Gazetemiz için bir araştırma yapıyoruz. Çalışanlarınızın hepsi sigortalı mı?” diye soranlara abone olup tam sayfa ilan verenleri gördükten sonra şu kanaate varmıştım:
İstanbul, kurnaz her insanın kısa sürede köşeyi dönebileceği bir şehir...
Aradan 26 yıl geçmiş ama İstanbul’da pek bir şey değişmemiş.
Sokağa çık, oltayı at, mutlaka bir “sazan” düşer ağına...