Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Şöyle bir hikayeyi kaç kez yaşadınız ya da dinlediniz? Bir yerde biriyle tanışıyorsunuz, pek de ilginizi çeken biri değil aslında. Ona aşık olmanızı gerektirecek bir durum yok. Sonra ondan bir adım geliyor, görüyorsunuz ki karşınızdaki o pek de ‘sizin tipiniz olmayan’ kişi, sizinle ilgilenmekte. İnsanlık hali, bu hoşunuza gidiyor. Siz de ufak ufak onu merak etmeye başlıyorsunuz. “Fena da değilmiş meğer” dediniz mi, yandınız. Ne olduğunu anlamadan roller değişiveriyor. Kendinizi o ‘hiç tipiniz olmayan insana’ deli divane, sizinle çok ilgili o kişiyi de firarda buluyorsunuz. Baştaki ilgiyi yeniden yakalamak için çırpındıkça da batıyorsunuz. Olayın ne kadarı ‘aşk’, ne kadarı sizin yazdığınız bir senaryodur, bilinmez artık...
Bana şahane bir sürpriz gibi gelen ‘Annemi Öldürdüm’ü izlediğimden beri yeni filmini merakla beklediğim Kanadalı genç yönetmen Xavier Dolan, ‘Hayali Aşklar’da tam da böyle bir konuya el atıyor işte. Zaten filmin afişinde alt cümle olarak “Kaç benden ki seni izleyeyim” yazıyor. Marie (Monia Chokri) ile Francis (Xavier Dolan’ın ta kendisi) iki yakın arkadaş. Marie sigara içmeyi bir ‘hayatta kalma’ biçimi olarak gören, alaycı bir mizah anlayışına sahip, 25’inde, yalnız bir kadın. Francis de kış günlerinde onu ısıtacak birini arayan, her reddedildiğinde duvara bir çizgi çeken bir gay.
Bir arkadaş toplantısında sarışın bukleleriyle Eros çizimlerini hatırlatan Nicolas (Niels Schneider) ile tanışıyorlar. Önce bir burun büküyor, ilerleyen günlerde de yavaş yavaş esiri oluyorlar. Nicolas da tam bir ‘gönülçelen’ gibi ikisiyle de flört edip, kaleleri tamamen fethettiğine ikna olduktan sonra olay mahallinden uzaklaşıyor. Ardında iki kırık kalp bırakarak...
Xavier Dolan, o her küçük ipucundan aşk kanıtları çıkardığımız, her bakışı, her gülüşü hayra yorduğumuz flört dönemlerinin takıntılı, diken üstü hallerini çok güzel anlatıyor sahiden. Araya da kızlı erkekli çeşitli ‘denek’lerle röportajlar koymuş ki, bunun bu üçlünün değil hepimizin sorunu olduğu iyice anlaşılsın.
İlk filminden çok daha az diyalog, Dalida’nın sesinden ‘Bang Bang’i döne döne dinlediğimiz çok daha fazla ‘ağır çekim’ sahne var. Bana zaman zaman diğerini arattı doğrusu, bu da iyi bir ‘ilk filmin’ cezasıdır, yapacak bir şey yok.
Neticede, o hâlâ çok genç, henüz 22 yaşında. Çocuk oyuncu olarak adım attığı sinema piyasasında artık kendisine teklif gelmez olunca yazıp-çekip-oynadığı, bir de yapımcılığını üstlendiği bir ilk filmdi, ‘Annemi Öldürdüm’. Otobiyografik yanı ağır basıyordu ve 17 yaşında yazılıp 19’da çekildiği düşünülürse, parlak bir kariyerin müjdecisiydi.
‘Hayali Aşklar’ da bir ikinci adım olarak hayal kırıklığına uğratmıyor insanı. Sırada şimdi, cinsiyet değiştiren bir adamı anlatacağı ‘Laurence Anyways’ var. Görünüşe göre bu kez kendisi oynamayacak ve kadroda Nathalie Baye de yer alacak. Bizim de Xavier Dolan’ı takibimiz devam edecek...

Düşene bir tekme daha

Şaşıracak bir şey yok, adetimizdir zaten. ‘Başarısız’ olduğunu düşündüğümüze anında tekmeyi basarız. Kötü giden takımımızdan önce biz cayarız. O yüzden, hak ettiğinin on katı kıymet verdiğimiz milli kompleksimiz Eurovision’da finale kalamayışımız da memleketin başına gelen en büyük felakete dönüştü iki günde. En son bir gazete ‘Yüksek Skandal’ diye başlık atmış, insan bu yaratıcılığın daha faydalı alanlara aktarılmasını arzu ediyor.
Böyle durumlar için bekleyen bir de ‘ihtiyar heyeti’ var, fırsatı bulunca hemen saldırıya geçiyorlar. Şarkı kötüydü, şov berbattı, kötüydü, kötüydü, kötüydü. Onlar gitseler, sonunda Grammy’ye ulaşacaklar zahir.
Kardeşim, bu saçma sapan bir değerlendirme sistemi olan, ahbap çavuş ilişkilerine göre ilerleyen, dünyada kimsenin ciddiye almadığı bir yarışma. Müzik filan tartılmıyor orada, bunu bilmeyen var mı hâlâ? Yazıktır, Yüksek Sadakat’ı hırpalamayın daha fazla...