İki gündür güldüğüm kadar uzun zamandır gülmemiştim. Pazar günü Maslak TİM’de Cem Yılmaz’ı izledim, pazartesi günüyse Egemen Bağış’tan ‘Leonardo da Vinci’ esprisi geldi
Tek başına sahneye çıkıyor. Daha ağzını açtığı anda gülmeye başlıyorsunuz. Katıla katıla. Ne kadar önyargılı da olsanız, “Gülmeyeceğim” diye kendinizi tutsanız ya da korkunç bir gün de geçirmiş olsanız fark etmiyor. Karşınızda o varsa gülmekten karnınıza kramplar giriyor. Evet, Cem Yılmaz’dan bahsediyorum.
Onu sahnede izlerken, iki saat boyunca ne dert kalıyor, ne endişe. Hiçbir şey düşünmeden sadece gülüyorsunuz ve tabii ona bir kez daha hayran kalıyorsunuz. Hatta o kadar çok gülüyorsunuz ki, alkışlayacak bile hal kalmıyor. Herhalde seyirciyi bu kadar mutlu edip bu kadar az alkış alan başka kimse yoktur dünyada. Çünkü herkes yerlerde, kimse alkışlayıp onu bölmek istemiyor. Zaten alkışlayacak olursanız hemen Michael Jackson’a bağlıyor, bir ‘moonwalk’ yapıyor, ağzınız yine açık kalıyor. Olağanüstü yetenekli ve zeki.
Bir espriden diğerine öyle bir hızla geçiyor ki takip etmekte zorlanıyorsunuz. Canlı yayındaki telefon bağlatıları gibi birkaç saniye geriden geliyorsunuz. Çok yerinde tespitlerle bizi bize anlatıyor. Bütün bunları yaparken de sanki ilk defa anlatıyormuş gibi kendini tutamayıp zaman zaman gülüyor. Başkası söylese hiç yakıştıramayacağınız, ağır gelecek şeyleri o kadar tatlı bir üslupla anlatıyor ki sadece gülüyorsunuz. “Bel altı değil diz üstü espriler” diyor, “Aynı bölge zaten.” TV’deki gurme programlarından teknolojiye her şeyi öyle bir ti’ye alıyor ki.
Aramızda aynı şovu dördüncü defa izleyenler vardı. Beni de bıraksalar her hafta izleyebilirim. Bugün itibarıyla o son şovunu yapıp bir ara veriyor. Uzun bir seyahate çıkacakmış. Dönüşünde mutlaka onu tekrar izlemek istiyorum. Beni o kadar çok güldürdü ki, dilerim kendisi de o kadar çok güler.
Not: Cem Yılmaz’ı henüz izleyemeyenler için: Neyse ki Egemen Bağış gibi esprili bir Bakanımız var. ‘Leonardo da Vinci’ uzun süre akıllardan silinmeyecek.
HANGİ ESERİN YARISI KALDIRILDI?
Contemporary İstanbul bitti ama etkisi hâlâ devam ediyor. Dördüncü gidişimde artık rehberlik yapacak duruma gelmiştim. Nerede ne var, hangi eser hangi teknikle yapılmış, hatta kim satın almışa kadar farklı konularda bilgi sahibi olmuştum. Fuarın en çok dikkat çeken işlerinden biri Assar Art Gallery’de sergilenen Ahmad Morshedloo imzalı ‘Estrangement’dı.
Fuarın son gününde parçalardan oluşan eserin üst kısmı yoktu. Galeri yöneticilerine merakla sordum, “Ne oldu?” diye. “Kaldırmamız gerekti” dediler. “Sansür mü?” dedim, “Tam olarak değil” dediler. “Peki, Hürriyet’teki yazıyla ilgisi var mı?” dedim. “Onun da etkisi oldu tabii” dediler. Sonra da heyecanla anlatmaya başladılar. “Orada anlatılan hikaye gerçekleri yansıtmıyor, sanatçı hâlâ İran’da yaşıyor. Burada siyasi bir iş sergilemiyoruz, bu bir sanat eseri.” Gerçekten de fotoğraf gibi olan bu resmin tamamının tükenmez kalemle yapıldığını düşününce kimse ne kadar değerli bir eser olduğuna itiraz edemez. Sonra eklediler, “Bugün eserin tamamını herkes göremediği için üzülüyoruz. Zaten ilk günde satıldı ama yine de daha çok kişinin görmesini isterdik.”
“Kim aldı?” diye sorunca cevap kısa ve net, “Adının açıklanmasını istemiyor.” Oysa eserle yakından ilgilenenlerden biri Neşet Yalçın olduğu için, Yalçın’ın aldığı söylentisi de Contemporary İstanbul’da dolaştı ama doğrulanamadı.
OKULLARIN ADINA DOKUNMAYIN II
Pazar günü “Okulların adına dokunmayın” demiştim. “Semt okullarını yenileyenler okullara kendi isimlerini vermek zorundalar mı?” diye sormuştum. Benimle aynı hisleri paylaşan birçok okur epostası geldi. Maçka İlkokulu’nun Pakmaya Hüsamettin Ziler İlköğretim Okulu olmasından Nişantaşı Kız Lisesi’nin Nuri Akın Lisesi olmasına, Bebek Lisesi’nin Arnavutköy Korkmaz Yiğit Lisesi olarak değişmesine birçok örnek sayıldı.
Bir kez daha söylüyorum, yardımseverler kendi isimlerini yaşatmak için okulların geçmişini silmemeli. Bir orta yol bulunmalı. İşte o noktada lise yıllarım geliyor aklıma. Robert Kolej her zaman Robert Kolej olarak kaldı, ama içinde Feyyaz Berker, Suna Kıraç ve Nejat Eczacıbaşı gibi önemli yardımseverlerin isimlerini taşıyan binalar var. Hatta bazı şirketler sınıflara isimlerini verdi. Ama hiçbir zaman kimse okulun adına dokunmaya kalkmadı. Bizim semt okullarımızda da neden bu sistem uygulanamıyor? Okul yerine binalara isimlerini verseler, böylece okulların geçmişini silmeseler olmaz mı? Yardımseverliklerinden bir şey kaybetmeyeceklerine ve hatta daha çok saygı göreceklerine eminim.