Kültür Sanat Edebiyatın gücüyle adalet çağrısı

Edebiyatın gücüyle adalet çağrısı

12.06.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:

Tanguy Viel’in NDS Edebiyat Ödülü’nü kazanan romanı “Ceza Kanunu 353. Madde” bir cinayetin bireysel ve toplumsal panoraması. Okuru suçun tanımını sorgulamaya davet eden yazar, “Edebiyat üzerinden adaletin tesis edilmesi için bir çağrı yapıyoruz” diyor.

Edebiyatın gücüyle adalet çağrısı

Seray Şahinler - Fransız yazar Tanguy Viel, “Ceza Kanunu 353. Madde” adlı romanında “basit” gibi görünen bir cinayetin peşine düşerek okuru hukuk sistemini sorgulamaya ve suçun tanımı üzerine düşünmeye davet ediyor. Kendi hâlindeki bir Fransız kasabasını lüks bir tatil merkezine dönüştüreceğini söyleyerek insanlara umut veren Antoine Lazenec ile tüm birikimini deniz manzaralı bir eve yatıran Kermeur’ün öyküsünün kesişmesiyle işlenen bir cinayet bu. Kendimizi mahkeme koridorlarında buluyor ve cinayeti işleyen Kermeur’ün ‘Sokrates’ın Savunması’ tadındaki defansına şahit oluyoruz. Viel’in “kara romanı” Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nin düzenlediği NDS Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi oldu. Fransız Sarayı’nda düzenlenen törende Viel ile söyleştik…

Haberin Devamı

Çok bıçak sırtı bir konuya parmak basıyorsunuz. Bir cinayetin arka planında katilin sesine kulak veriyoruz. Neydi sizi bu hikâye için tetikleyen?

Bu roman yorgun ve aşağılanmış bir insanın sesinden yola çıktı. Gölgede bırakılmış bir kişinin hayata dair şikâyetlerinden başlamak istedim. Sonra içindeki düğüm gelişmeye başladı. Bu toplumsal bir roman. Bizim için çok sarsıcı olabilecek olayları romanın anlatıcısı üzerinden sunmaya çalışıyorum. Bir bakıma bütün bu şiddetin, baskının aynı zamanda aşağılanmanın bir sonucu olmaya; kendimi katilin yerine koyarak olayın tamiri için gerekçeler sunmaya gayret ediyorum.

Kermeur ve Lazanec; ezilen ve ezenin, güçlü ve zayıfın sembolleri. İkisi de gün sonunda bir değerler çatışması yaşıyor… Arka planda ise hepimizin çatışmalarla yaşadığı bir dünya var.

Haberin Devamı

Genel olarak iki farklı toplumsal prototip sunmaya çalışıyorum. Baskı yapanla baskıya maruz kalanı, kuvvetliyle ezileni temsil etmeyi önemsiyorum. Tam olarak karikatür diyemeyeceğim ama belli bir toplumsal arketip sunuyorum. Tezat oluşturabilecek arketiplerle arasındaki güç dengelerini sorguluyorum. Aynı zamanda psikolojik bir soruyu gündeme getiriyorum; baskı kuranın düşünceleri neler? Diğer taraftan baskıya uğrayanlar neler hissediyor? Bu soruyla toplumsal sorunsalı da ortaya koymuş oluyorsunuz

Katil Kermeur’ün anlatısında Raskolnikov’u hatırladım hep. Kermeur’ün inşasında Raskolnikov’un payı var mı?

Kermeur dış dünyaya kendi vicdanı üzerinden bakıyor. Aynı zamanda etrafında onu çevreleyen manzaraların metaforundan etkileniyor. Kendisi bir gündelik hayat şairi. Belki de Dostoyevski’nin kahramanından daha çok onun içinde Tanrı’nın varlığını hissedebiliyoruz. Ona hâkim olan öyle güçler var ki aynı zamanda onu aşıyor.

Romanın sonunda “Adaleti ancak insanlar sağlar” diyorsunuz. Daha adil bir dünya mümkün mü; buna inanıyor musunuz?

Adaletin tesis edilmesini talep edebiliriz. Bu süreç için belki uzun bir yol var. Adalet daha çok edebiyat dünyasına ait bir şey olarak tezahür ediyor bugün. Biz de edebiyat üzerinden adaletin tesis edilmesi için bir çağrı yapıyoruz.

Haberin Devamı

Kapitalizm şehirleri vahşice değiştiriyor

Bu roman hukuk-etik ve ahlak üçgenindeki bir sorgulamada nerede durur sizce?

Her zaman adalete göre edebiyatı konumlandırmaya çalışıyorum. Belki kanunlar belli kuralları öngörebiliyor ve yapılacakla ‘yapılmayan’ arasındaki sınırı belirliyor. Ama hukuk diğer taraftan, insanların duygularına ve vicdanlarına erişemiyor. Aynı zamanda günlük hayattaki olguların karmaşıklığına ve derinliğine nüfuz edemiyor. Edebiyatla yapmak istediğim şey, o arada kalan alanı açmak.

Mekânların değişimi de hafızamızın kilit konulardan. Mekânları dönüştürmek ve değiştirmek de belleğimize yönelik bir cinayet mi ne dersiniz?

Bu roman Brest’te geçiyor. Brest, II. Dünya Savaşı’nda imha edilmiş bir şehir. Bu süreçten sonra bir türlü kendi üzerine kurulduğu değerler üzerine tekrar inşa edilemiyor. Bu aynı zamanda modernitenin bir problemi. Çünkü şehirler kapitalizm uğruna çok vahşi bir şekilde değiştirebiliyor. Baudelaire’in bir sözüne değinmek istiyorum: “Bir kentin şekli daha çabuk değişiyor, ölümlünün kalbinden.”