Kültür Sanat Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

03.06.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi




"Ben aşklarımı yazıyla helal ettim." Bu sözün havada nasıl dağıldığını ve salonda karşılığını bulduğunu gördüğümde anladım: Okuyana da helal olsun! Böyle gözler yanlış okumaz!

Hayat atölyesi
Sonunda il il gezmeye başladım. Geçen hafta ilk durak olarak Bursa’da, Uludağ Üniversitesi, Osmangazi Belediyesi, Gazeteciler Cemiyeti ve Kitap Evi’nin ortaklaşa düzenledikleri bir etkinlik zincirinin konuğuydum.
Bursa’da bugüne değin çeşitli nedenlerle düzenlenmiş birçok etkinliğe katıldım. Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti’nden, Bursa Barosu’na varana dek birçok kuruluşun ve kitabevinin konuğu oldum. Her seferinde gördüğüm büyük ilgi ve sevgi beni gönendirmiş, güzel duygularla ayrılmışımdır oradan. Bu kez de öyle oldu.
İlkin Uludağ Üniversitesi’nde bir söyleşiye katıldım. Ramis Dara sundu. Salona sığmayan kalabalık için dışarıya ses tesisatı kuruldu. Yerlerde, ayaklarda hıncahınç dolu bir salonda size bakarken gözlerinden ışıklar saçan, yüzlerinden size duydukları derin sevgi ve bağlılık okunan yüzlerce genç karşısında kayıtsız kalmanız mümkün değildir. Bana da öyle oldu. Zaman zaman havadaki elektriklenmeden ürperdim. Herhangi bir hayranlık halinden çok farklı bir ilgi bu. Arkasında emek, birikim, bilgi, duyarlık, akıl, güven, anlama ve paylaşma çabası bulunan sahici bir merak barındırıyor. Çok az şair ve yazara nasip olan bu yoğun ilgiyi, sevgiyi bana yaşatan herkese karşı derin bir şükran ve sorumluluk eşliğinde sevinç ve gurur duyuyorum.
Bazı söyleşilerinizde her zamankinden çok daha fazla parladığınızı, ışıdığınızı anlarsınız. O gün de öyle oldu. Salondan geçen elektriği alıp, katlayıp geri gönderdim. Sözlerim kimi zaman alkışlar, kimi zaman da kahkahalarla kesildi. Bir ara ağzımdan şöyle bir söz çıktı: "Ben aşklarımı yazıyla helal ettim." O anda öylesine söylenmiş bir sözdü, bu sözün havada nasıl dağıldığını ve salonda karşılığını bulduğunu gördüğümde anladım: Okuyana da helal olsun! Böyle gözler yanlış okumaz!
Akşamına ikinci bir söyleşi için Gazeteciler Cemiyeti Lokali’nde, bu kez daha farklı, daha karma bir kalabalık karşısındaydım. Kurumun "Aydınlarla Yüz Yüze Başlığı" altında düzenlediği bir dizinin son konuşmacısı olarak yazılı ve sözlü soruları yanıtladım. Beni daha az tanıyan, daha orta yaş kuşağından olanlar bana gösterilen ilgiyi anlamaya çalışıyor, bu yüzden özel bir dikkatle dinliyorlardı beni.

Hayat atölyesi
Tam da bu günlerde Tiyatro Festivali’nin başlamış olması ve benim sürekli Istanbul dışında olmam, işin bir diğer yönü.
Bir zamanlar Memet Fuat yönetimindeki De Yayınları’ndan çıkan "Dönemeç" oyununu çeşitli nedenlerle birkaç kez okumuştum. Serin bir büyüsü vardı oyunun. Yazarı hakkında fazla bir bilgim yoktu. Bu oyunla Avrupa tiyatro edebiyatında da bir dönemeç olmuş Tankred Dorst diye bir Alman yazara ait olduğunu bilirdim, o kadar.
Almanya dışında tanınmasını sağlayan "Sur Dibinde" oyunundan, bir Hans Fallada uyarlaması olan "Küçük Adam Ne Oldu Sana"ya dek diğer oyunlarından sonradan haberdar olacaktım.
Yıllar sonra, Bonn Bienali’nin konuğu olarak bir oyun yazarı olarak çağrıldığımda, bu kocaman gülüşlü, bembeyaz saçlı adamla tanışma keyfini yaşadım.
Yalnızca yazar olarak değil, bir tiyatro adamı olarak, yıllar yılı Bonn Bienali’nde üst düzey bir yönetici sıfatıyla seçicilik görevi yapmış biri olarak da Avrupa tiyatrosunda önemli bir ad, önemli bir kültür figürüdür Dorst... Istanbul Tiyatro Festivali kapsamında aldığı onur ve hizmet ödülü, önümüzdeki yıldan itibaren bir daha yapılmayacak olan Bonn Bienali için de iyi bir kapanış armağanı yerine geçiyor bence.
Oyun okunmaz gibi savrulmuş yargılara aldırmayın. Bazen sırf böyle nedenler bile bir günü bambaşka anlamlandırabilir, örneğin "Dönemeç"i bulup okuyun, bakarsınız oyun yazmaya bile başlayabilirsiniz.
Başlangıçların çoğu tesadüflere borçludur. Kesişen dönemeçler sizi daha önceden hesaplamadığınız bir yere çıkarıverir ve siz kendinizi orada daha iyi hissedersiniz.

Istanbul’da bir gece kalıp, kedim Pişo’nun gönlünü alıp Ankara’ya uçtum. İlkin bir TRT 2 yapımı olan Erendiz Atasü, Talat S. Halman ve Mustafa Şerif Onaran’ın sunduğu "Sözün Büyüsü" adlı programın çekimine katıldım. Erendiz’e çok önceden verilmiş bir sözüm olduğu halde bir türlü katılamamıştım.
Yıllar önce "Cenk Hikâyeleri" kitabım yayımlandığında, Talat S. Halman’dan övgü dolu, zarif bir mektup almıştım. Mektup saklama adetim olmadığı halde, o mektubu hâlâ saklarım. Halman’a kopyasını göndereceğime dair söz verdim.
Genç, dinamik, coşkulu gençler çalışıyorlar programda. Daha makyaj odasında başladım kitap imzalamaya, sonrasında da sürdü. Hızlı, rahat akan, hiç teklemeyen bir program oldu. Süremiz dolduğunda daha yeni başlamış gibi hissediyorduk. Bende hep böyle olur zaten. Arap atı gibiyimdir, koştukça açılırım. Bu yüzden 100 metre değil, 1000 metre koşarken iyiyimdir. Program 28 Mayıs’ta yayınlanacakmış. Meraklılarına duyurulur.
Program sonrasında Erendiz Atasü’yle birer kadeh margarita içtik. Erendiz, konuşurken, bana çok az edebiyatçı, sanatçı ve "Türköte gördüğüm bir haslete sahip olduğunu hissettirdi: Karşı tarafla görüş birliğinde olmadığı, anlaşamayacağı konuları belli bir uzaklıkta ve serinlikte tutmayı biliyor. Hem kendini, hem karşı tarafı gereksiz, sonuç vermeyecek tartışmalara girmekten alıkoyan bir zarafetle yapıyor bunu. Düşüncelerin doğruluğu kadar, zarafeti de önemlidir. Bizim ne kadar haklı, karşı tarafın ne kadar haksız olduğu esası üzerine yükselen kültürümüzde, görüş ayrılıklarınızı taşıyarak keyif içinde konuşmak hiç de kolay değildir.
İkinci margaritaları da İstanbul’da içelim!
Otelin pastanesinde Atilla Özdemiroğlu ile karşılaşıyoruz. Yanında Garo Mafyan ve Neşet Ruacan da var. Ajda Pekkan’ın oteldeki konseri için gelmişler. Zaman bulabilirsem konseri mutlaka izlemeye geleceğimi söylüyorsam da mümkün olmuyor.
Atilla Özdemiroğlu ile de ne zamandır görüşemiyorduk. Ertesi gün kahvaltıda tekrar buluşuyoruz.

Pazar günü Ankara’nın iki ayrı ucunda iki ayrı imza günüm vardı. Benim Ankara’da yaşadığım yıllarda ilki Konur Sokak’ta açılan Dost Kitabevi ile ayrı bir gönül bağım vardır. Ankara’da kitapçılar bu kadar yaygın değildi. Yayımcılığa başladıkları daha ilk yıllarında benim "Taziye" adlı oyunumu onlar basmışlardır.
Aralıksız üç saat kitap imzaladım. Kimi tanıdık yüzler gördüm. 13 yaşındaki okurlarımla tanıştım. Soyadlarının Mungan olduğunu öğrenen hemen herkesin "Murathan Mungan neyiniz olur?" sorusuyla hem hafif bunalmış, hem bir parça gurur duyan uzak akrabalarımla karşılaştım. Yıllardır görmediğim kilo almış, yaşlanmış, saçı başı dökülmüş, benim yanımda amcam gibi duran okul arkadaşlarımın moralini bozdum. Yetmedi, buraya da yazıyorum.
Sonra Ümitköy’e gittik. İlk kez görüyorum Ümitköy’ü. Ankara sürekli dışarı doğru büyüyor. İnsanlardan dinlediklerimi gözlerimle görüyorum. 900 metrekarelik bir alana yayılmış dev bir kitapçı Ada. Sahipleri ciddi bir yatırım yapmışlar mağazaya. Özen göstermiş, emek ve para harcamışlar.
Biz ofiste otururken kuyruğun uzadığı haberi geliyor. Aydınlık yüzler, sayfaya, kitaba, hayata, geleceğe ışıklı bakışlar bütün yorgunluklara değiyor.
Oturur oturmaz ilk huysuzluğumu yapıyor, Celine Dion denen o manasız kadının albümünü hemen kaldırtıyorum. Depeche Mode dinliyoruz efendi efendi.
Ada’da ilk kez başıma bir şey geliyor. Hiç eksilmeyen, azalmayan bir kuyrukla ilerleyen iki buçuk saatlik süre içinde önüme bir tek korsan kitap bile gelmiyor. Bir de hiçbir imza günümde bu kadar çok oyun kitabı imzalamadım. Bu da dikkatimi çekiyor.
Uçağa zor yetişiyor, en son ben biniyorum ve son imzayı yerden binlerce metre yükseklikte çiçek gülüşlü bir hostese veriyorum.
Siz bu satırları okurken İzmir’de olacağım. Cuma, cumartesi ise Konya’dayım.
Ben bu satırları yazarken Nihat Odabaşı çektiği yeni seri resimleri getiriyor.
Anne, anne, anne!

Ertesi gün Bursa’da "Kitap Evi"nde imza günüm vardı. İki gün boyunca beni dinlemeye Gemlik’ten kalkıp gelen çok genç bir okurum da oradaydı. Bursa’da bir küçük mucizeler dükkânı! Dört katlı eski bir Bursa konağından ışıl ışıl bir kültür merkezi kotarılmış. Öteden beri hayali bir kitapçı açmak olan, bu uğurda avukatlığı bile bırakmış Dilek Hanım işletiyor. İncelikli bir zevki yansıtan İngiliz stili mobilyaların, koltuk ve kanepelerin yer aldığı salonlarda kitaplar, şık kitaplıklarda sergileniyor. Arkada güzel, geniş, ferah bir bahçesi var. Üç yıldır çeşitli etkinlikler düzenlenen bu mekân, etkinliklerini giderek zenginleştirmeyi amaçlıyor.
Çifte minarenin arasından Yeşil Türbe’nin göründüğü özel bir açıya sahip olan Kitap Evi’nin penceresinden Bursa’ya bakarken, bir edebiyatçının hatırasında yeri olmayan şehirlerin eksik şehirler olduğunu düşündüm.
Bursa, kültürel etkinlikleri süreli kılmaya çalışan gönüllüleri olan bir şehir. Ramis Dara, öteden beri bu çeşit etkinlikler düzenlemede deneyimli biri olan Hüsamettin Bey ve Dilek Hanım ile birlikte yediğimiz yemekte bunlar konuşuldu. Kitap Evi’nden gelen önerilere sanatçıların ve kuruluşların destek olmasını salık veririm.
Bu arada kendi aralarında "Yüksek Topuklar Okuma Kulübü" kurmak isteyen kadınlarla tanıştım. İşi bir Internet sitesine kadar götürmek istiyorlar.
Bir otel meraklısıyım. 1950’lerde, ‘60’larda yapılmış otellere ayrı bir ilgim ve sevgim vardır. Bu yüzden Çelik Palas’ta kalmak istemiştim. Ama bakımdaymış. Swiss Otel almış orayı. Bursa’nın yeşiline, doğal dokusuna karışması amaçlanmış, daha çok bir dağ evine benzeyen dev bir otel yapıyorlar arkasına.
Bursa’nın artık uluslarası bir festivale gereksinimi olduğunu düşünüyorum.

Dostlarım İpek Bilgin ve Nejat Ulusay ile birlikte bir İtalyan restoranında yemek yedik. Bir aşağı bir yukarı inip çıkan gençlerin ışıttığı cıvıl cıvıl bir geceydi. Her yer tıklım tıklımdı. Liselilerin mezuniyet gecesi düzenledikleri barların önündeki görevlilere "Ben, onların yeni edebiyat öğretmenleriyim," diyerek içeri sızmayı önerdim arkadaşlarıma. Bu sırada Can Dündar ve eşine rastladık. Can "Eşim kitabını okuyor," dedi. Son günlerde erkeklerden en çok duyduğum cümle!
1987’de Can Dündar ile birlikte aynı gazetede çalışmaya başlamıştık. O günlerden sonra bir daha hiç oturup şöyle uzun uzadıya konuşamadık. Araya hep hayat giriyor.

Gülden Karaböcek’in Bursa Köşk Gazinosu’nda çalıştığını duymuştum ve o geceyi onu dinleyerek noktalamaya niyetlenmiştim. Bir Gülden Karaböcek hayranı olan Barış Pirhasan ile Naim Dilmener’i de oradan cep telefonu ile arayıp onlara dinletecektim. Birine "Sürünüyorum"u, diğerine "Günün Birinde"yi... Size o geceyi yazmak eğlenceli olacaktı ama, Karaböcek, Konya’ya gitmiş.
Toplam 6 saat sahnede konuştuktan sonra otele gidip yatacak biri olmadığımı anlamışsınızdır. Hafta arası Bursa’da gidecek pek bir yer olmadığını o gece anlamış bulunduk. Sonunda Bursa’nın "Nevizade Sokağı" sayılabilecek Arap Şükrü Sokağı’na gittik. Cevriye Bar’a gittiğimizde kapıdaki koruma bizi "Damsız girilmez" diye geri çevirdi. İki adım ötedeki bez afişlerde koca koca harflerle adın yazılsa ne gam! Hayat buraya kadar!

20 yıllık yazarlık hayatımda ilk kez bir kitabım kokteyl ile tanıtıldı. Nupera’daki geceye katılarak yanımda duran, neşemi paylaşan Dürin Ababay, Füsun Akatlı, Emre Aköz, Ayşegül Aldinç, Deniz Alphan, Zeynep Altıok, Müjde Ar, Mustafa Arslantunalı, Övül - Mustafa Avkıran, Filiz Aygündüz, Kezban Arca Batıbeki, Arzu Başaran, Ali Bayramoğlu, Fatmagül Berktay, Selim Cebeci, Hami Çağdaş, İpek Oral Çalışlar, Tuba Çandar, Hülya Çelik, Nur Çintay, Gül Demir, Naim Dilmener, Oray Eğin, Hülya Adnan Ekşigil, Cem Erciyes, Tuğrul Eryılmaz, Nüket Esen, Engin Geçtan, Emel Güntaş, Nurdan Gürbilek, Demet Haselçin, Doğan Hızlan, Kenan Işık, Macide Karaali, Ercan Karakaş, Muhsin Kızılkaya, Komet, Elif Korap, Sırma Köksal, Ayşe Kulin, Nadire Mater, Sadiye Mungan, Gani Müjde, Zuhal Olcay, Mehmet Serdar Omay, Zeynep Özek, Neyyire Özkan, Hasan Öztoprak, Mehmet Murat Somer, Elif Şafak, Ayşenil Şamlıoğlu, Türkan Şoray, Haşmet Topaloğlu, Berran Tözer, Leyla Tuna, Deniz Türkali, Yıldırım Türker, Nilgül Utku, Buket Uzuner, Elçin Yahşi, Atıf Yılmaz, İhsan Yılmaz ve Erenus Yönder, Atilla Özdemiroğlu ve Ajda Pekkan’a ve emeği geçen herkese teşekkür ederim.