Kültür Sanat Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

17.05.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

MURATHAN MUNGAN

Yazarken ötekine bölünmek
Psikoloji ile edebiyat arasında, her ikisinin de ana malzemesinin insan ruhu olmasından gelen temel bir ortaklık var.
Hayat atölyesi
Türk Psikiyatri Derneği’nin ulusal kongresinin konuğu olarak 27 Nisan günü Antalya’da "Yazarken Ötekine Bölünmek" başlıklı bir konuşma yaptım. Psikoloji ile edebiyat arasında, her ikisinin de ana malzemesinin insan ruhu olmasından gelen temel bir ortaklık var. Bunun yanı sıra, kişisel ilgimden, yazarlığımın taşıdığı psikolojik malzeme zenginliğinden olsa gerek, bu çeşit dernek ya da topluluklar, sık sık beni aralarına çağırıyorlar.
Aynı derneğin daha önce de uluslararası bir toplantısına Yıldırım Türker ile birlikte katılmıştım. İşi insan ruhunun her türlü fırtınasına katlanmak olan psikiyatr ve psikologların bir bölümü, Kürt sorununa katlanamadığı için, yaptığımız konuşmadan sonra bizi davet eden Şahika Yüksel hakkında soruşturma açıp ceza vermişler. Biz, İsrail’den Arjantin’e dek birçok ülkeden "doktor hayran" kazanırken, Şahika Yüksel yediği cezayla kalmış! Anlaşılan, bizimkilerin mesleğe başlamadan önce, bir de "Kürt sorunu ve demokrasi" hakkında psikanalizden geçmesi gerekiyor.
* * *
Bu yılki konuşamama, Freud’dan önce yazarlık yapmakla, Freud’dan sonra yazarlık yapmak arasındaki farka değinerek başladım. Bu temel bilginin getirdiği ayrımın yazıyı nasıl gövdelendirdiğine ilişkin örnekler vermeye çalıştım. Her zaman alıştığım seyirci profilinden farklı olarak Türkiye’nin dört bir yanından gelen psikaytr, psikanalist ve psikologlar vardı karşımda ve çoğunun yüzü heves kaçıracak ölçüde kepenkliydi. Karşıdakini dinlerken duygu ve düşüncelerini yansıtmamak konusunda kendilerini fazla eğitmiş, duvarlarını fazla yükseltmişlerdi. Onlar beni seyrederken, ben de onları seyrediyordum. Kadınlar ve erkekler arasındaki ayrım, bu konuda da öne çıkıyordu. Öğrenmeye, gelişmeye ve değişmeye her zaman daha açık olduğunu düşündüğüm kadınlar, daha çok katılarak, tepki göstererek, gerektiğinde yanılmaktan korkmayarak dinliyorlardı.
* * *
Konuşma sabahı erken kalkıp denize girerek yaz sezonunu açtım. Soğuk bir denize girmiş, güneşte fazla kalmıştım. Konuşmadan önce rahatsızlandım ve bu, konuşma boyunca sürdü. Beni daha önce dinlememiş olanların, bu tedirgin halimi yanlış yorumlayabileceklerinin bilgisiyle de konuşuyordum. Konuşmamın, Freud sonrası yazarlığa ilişkin içeriğini somutlaştıran bu durum, aynı zamanda disiplinlerarası döngü ilişkisine tipik bir örnek oluşturuyordu. Konuşmamın bunca beğenilmiş olması akşamına kendimi daha iyi hissetmeme neden olduysa da, gene de o gece erken yattım.
* * *
Ayça Gürdal, Levent Küey, Saffet Murat Tura, Talat Parman, Arşulayıs Kayır gibi önceden tanıdıklarımın yanı sıra, yeni tanıdıklar edindim, hoş insanlar tanıdım. İçlerinden birinin bana bir fal sözü var.
Bir gece otel lobisinde Ömer Laçiner ile uzun uzun söyleştik. Türk solunun ışığı hiç kararmamış bir adamı olan Ömer Laçiner hakkında konuşmak için nasıl olsa başka bir fırsat doğar.
Onca insanın ruh yükünü taşıyan, kişisel bilgi fazlasının altında yıl boyu ezilen psikiyatrların da eğlenmeye, iki kadeh içip dağıtmaya hakları var tabii. Doktorların da bizler gibi birer insan olduklarını hatırlamanın sevimli fırsatları bunlar. Ama, gündüz Lacan konuşanların, akşamına "Gordün mü, gordün mü, paraları basmayı gordün mü?" eşliğinde göbek atmalarından emin değilim. Başkalarının ruhlarını onarmaya çalışırken, kendi ruhumuzu televole kültürüne bu kadar teslim etmenin bize dokunacak zararlarını da hesaba katmak gerek. Toplumsal şizofreni konusunda dikkat zayıflığı gösterirsek, kişisel şizofreniyi tanımakta güçlük çekebiliriz.
* * *
Bu arada kongrenin yapıldığı "Mirage Park Resort" hakkında birkaç söz söylemeden geçemeyeceğim. Ben ki, insanı kolektif tatil yapmaya zorlayan tatil köyü benzeri yerlerden hiç hazzetmem. İlk kez mekânı kullanışı, alan dağılımı, ağaçlandırması, mimari yerleşimiyle insana soluk aldıran bu çeşit bir yerden memnun kaldım. Olağanüstü bir doğaya sahip Göynük - Kemer sahilindeki bu otelin, güzel bir manzarası, çok hoş bir ışığı ve geniş, ferah odaları var. Yaz yaklaşırken aklınızda bulunsun!
Bu arada Antalya’ya gitmeden önce "Gucci"den aldığım mayom, büyük geldiği için verdiğim paraya acımakla, verdiğim kiloya sevinmek arasında yaşadığım deniz kenarı ikilemini, "medium" büyük geliyorsa elbette sevinmek gerekir, diye bir karara bağladım.
Bilirsiniz, kaybedilen para bir biçimde kazanılır ama, kaybedilen kilolar kaybedildiğiyle kalmalıdır.

IRIS’İ BEKLERKEN
Hayat atölyesi
Bir yıl kadar kaldığım Almanya’dan dönerken getirdiğim bini aşkın kartpostaldan biri de, Mark Gerson’ın çektiği 1975 tarihli bu Iris Murdoch fotoğrafıydı. Dolayısıyla yazıya bu fotoğrafla başlamak istedim.
Iris Murdoch’ı çok severim ve bir Judi Dench hayranıyım.
"Iris" adlı bu filmi nasıl merakla beklediğimi tahmin edersiniz, değil mi?
İsterseniz sırayla gidelim: İlk okuduğum Iris Murdoch romanı, bir zamanlar Aydın Emeç yönetimindeki E Yayınları’ndan çıkan "İtalyan Kızı"dır. Yıllar sonra Remzi Kitabevi için "Çilek" amblemli bir koleksiyon hazırlarken, bu ilk okumanın anısına kitabın çevirmeni Celal Üster’i aramış, kitabın yeni basımını yapmak istediğimi söylemiştim.
Bugüne kadar başta Ayrıntı olmak üzere birçok yayınevi Iris Murdoch yayımlamışsa da, yapıtlarının tümü çevrilmemiştir.
Iris Murdoch’ın karanlık mizahı, beklemedik durumlar yaratmadaki ustalığı, zekice kurulmuş dil ve kurgu oyunları, sürprizlere açık kahramanları bana her zaman zevk vermiştir.
Elif Şafak, bu hafta Ideefixe kitap sitesinde yayımlanan "Başucumda Eskimeyen Kitaplar" köşesinde, onun "Kara Prens"ini vazgeçilmezleri arasında sayıyor. Yazmak ve yazarlık uğraşı üzerine ilginç görüşler ve kurgusal oyunlar içeren bu kitabı, birkaç yıl önce yaz tatilinde gittiğim Olimpos’ta ben de büyük bir keyifle okumuştum ve şu günlerde bir nedenle yeniden masamın üzerindeydi.
Ama benim asıl yıllardır çevrilmesini istediğim ve beklediğim kitabı, birçokları tarafından "neomarksist" diye nitelenen "The Book and the Brotherhoodödur. Bu satırlar, bir yayınevini bu kitabı çevirtip yayımlamaya niyetlendirirse sevinirim.
Bu hafta sonu gösterime girecek olan Richard Eyre’in yönettiği "Iris" filmini görmeden önce, onun bir kitabını okumak hoş bir fikir olabilir diye, Iris Murdoch’un Türkçedeki romanlarını anımsatmak isterim: "Ağ", "Rüya Sakinleri", "Melekler Zamanı", "Tek Boynuzlu At", "Çan", "Kumdan Kale", "İkilem", "Kesik Bir Baş".
* * *
Daha sinema filmlerinde oynamaz, hele Hollywood yapımlarında görünmezken, bir tiyatro oyuncusu olarak adını ve ününü duyduğum Judi Dench’i, tiyatro filmi olarak çekilmiş birkaç Shakespeare oyununda seyretmiş ve hayran kalmıştım. Şimdi bütün dünya tanıyor onu. Son yıllarda hep birlikte birçok filmde seyrettik. Son James Bond filmi olan "Dünya Yetmezödeki küçük rolünde bile ne kadar büyük bir ışıltı saçıyordu. Arka arkaya iki Lasse Hallström filmi "Çikolata" ve "Çok Özel Haber", gene iki John Madden filmi "Mrs. Brown" ve "Aşık Shakespeare"de, Zeffirelli’nin "Mussolini ile Çay"ında birbirinden güçlü kompozisyonlar çizdi.
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından biri Judi Dench. İlk bakışta sınırlı görünen yüzünün imkânlarından büyük bir zenginlik yaratmayı biliyor. Özellikle klasik roman ve oyun uyarlamalarındaki karmaşık ve güçlü karakterleri canlandırmada usta bir oyuncu. "Macbeth" ve "Henry V" gibi klasiklerden Oscar Wilde’ın "Dürüst Olmanın Önemi", E.M. Forster’ın "Manzaralı Oda"sına dek birçok filmde üstün bir performans sergiledi. Önümüzdeki yıl Emile Zola’nın sinemaya aktarılan romanı "Therese Raquinöde gene Kate Winslet ile seyredeceğiz onu.
İstedim ki, film nasıl olursa olsun, "Iris"i seyrederken, koltuğunuzun altında bir de Iris Murdoch kitabı bulunsun.

TEŞEKKÜR
Türkiye’nin en iyi yayınevlerinden biriyle çalışmanız yetmez, bir de iyi bir editörünüzün olması gerekir. Edebiyatı özel olarak seven, dünyayı izleyen, sizi tanıyan, dikkatli bir editörün gözlerine de gerek duyarsınız. Sevgili Müge Gürsoy Sökmen, sen bir tanesin! İlk şiir kitabım olan "Osmanlıya Dair Hikayat" için yaptığı kapak resmini yıllar sonra bir doğum günümde bana armağan eden ve yıllar sonra bu kitapta yeniden buluştuğumuz Kezban Arca Batıbeki, her zaman zevki, kültürü, bilgisi ve grafik dehası ile yanımda duran, huysuzluklarıma kimselere göstermediği kadar hoşgörü gösteren Bülent Erkmen, önceleri fotoğrafçı gözüne ve zevkine hayranlık duyarken, birlikte çalıştığımız kısacık süre içinde iş sevgisine, ciddiyetine ve mizahına da hayran kaldığım Nihat Odabaşı, kitabımı didik didik okuyup görüşleri, önerileri, eleştirileriyle beni zenginleştiren dostlarım Yıldırım Türker, Sırma Köksal, Mehmet Murat Somer, yalnızca danışmanım değil aynı zamanda dostum olan Barbaros Altuğ, 1992’den bu yana bir kaderi birlikte katettiğim, bir yazara yayıneviyle de gurur duymasını sağlayan Semih Sökmen, bana her zaman özel bir sevgiyle yaklaştıklarını bildiğim başta Sabahattin olmak üzere yayınevimin özverili çalışanları, burada adını anamadığım ama her yaratı sürecinde kahrımı, nazımı, huysuzluklarımı çeken bütün dostlarım, bu kitap nedeniyle adlarını özel olarak anmak istediğim Zeynep Zeytinoğlu, İpek Bilgin, Hülya Ekşigil, Berran Tözer, Deniz Türkali, Ayşe Apak, benden ilgisini ve merakını esirgemeyen basın - yayın dünyasının çalışanları, dünyanın en güzel kalabalığı olan, yıllardır omuzumda soluklarını hissettiğim, destekleri, sevgileri ve ilgileriyle beni kendi macerama inandıran okurlarım, hepinize, herkese bütün varlığımla teşekkür ederim.
Geçtiğim yolların hatıra sahipleri, size de teşekkür ederim.

SON BONN BİENALİ
Uluslararası önemli tiyatro şenliklerinden biri olan Bonn Bienali’nin programı ve daveti geldi. 13 - 22 Haziran arası süren bu şenliğin birkaç günlük bölümüne de olsa katılmak istiyorum. Çünkü son kez yapılıyor. Bu yüzden bu yılki program ayrı bir öneme sahip. Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Almanya içinde değişen dengelerin son kalelerinden biriydi Bonn Bienali. Anımsayacaksınız, bienal yöneticisi olan Manfred Beilharz oyun seçmek üzere Istanbul’a geldiğinde, birlikte geçirdiğimiz bir akşam yemeğini bu sayfada konu etmiştim.
Türkiye, şenliğe Özen Yula’nın yazıp, Mustafa Avkıran’ın yönettiği, Derya Alabora ve Murat Karasu’nun rol aldıkları "Ay Tedirginliği" adlı oyunla katılıyor.
* * *
Programda genellikle Doğu Avrupa ülkeleri ağırlıkta. Rusya, geçtiğimiz yıl Edinburgh Tiyatro Şenliği’nde gürültü koparan Uladzimir Drosdau’nun "Madame Bonne Chance" adlı oyunu ile katılırken, İngiltere, bu yıl Istanbul Festivali’nde de izleyeceğimiz Sarah Cane’nin "Crave" adlı oyunu ile yer alıyor.
Bildiğiniz gibi, genellikle tiyatro oyunları filme aktarılırken, bu kez tersi oluyor: Almanya, İspanyol yönetmen Pedro Almodovar’ın "Bağla Beni" filminden, Volker Maria Engel’in uyarladığı oyunun prömiyerini bu şenlikte yapıyor.
Yunanistan adına katılan "Irmağı Geçmek" adlı oyun, bize ayrıca ilginç gelecek bir malzeme içeriyor. Yunanistan’a sığınmış Kürt mültecilerin sorunu, yurtsuzluk, insani planda işleniyor.
Bu tür şenliklerde insana her zaman en fazla heyecan veren şey sürprizlerle karşılaşmaktır. Az bilinen bir yazar, bir yönetmen, bir topluluk birdenbire bir işaret fişeği gibi patlayıverir. Festivallerin en çok bu yanını severim.

ÖTEKİ HÜCREYİ SEYRETMEK
İtalya’da Temmuz ayında yapılacak olan Volterra Tiyatro Festivali kapsamında, Armando Punzo’nun yönettiği Bertolt Brecht’in "Üç Kuruşluk Opera" oyunu kentin hapishanesinde, ağır ceza hükümlüleri tarafından sahneleniyor. Bildirdiklerine göre, oyunu seyredebilmek için öncelikle hapishaneye girmek gerekiyormuş. Seyirci olmak için başvuruda bulunmanız, hatta İtalyan konsolosluğundan bu performansa özel hükümlü sertifikası almanız şart koşuluyor. Bütün bu şartları yerine getirmiş olsanız bile, oyunu seyredebileceğinizin bir garantisi yok; çünkü içeri hükümlü olarak girebilmek için de ayrı bir ön elemeye tabi tutuluyorsunuz.
Tiyatronun yaşamla sonsuz olanaklarına iyi bir örnek oluşturduğu için andım bu örneği. Oyunsa oyun!






KÜLTÜR & SANAT