Pazar Akustiği en güzel binalardan

Akustiği en güzel binalardan

25.12.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:

Süreyya Operası'nın binasını bizim kuşak eski ışıltısını kaybetmiş bir yer olarak hatırlar. Etrafındaki çirkin yapılar yüzünden yok olup gitmişti. Akustiği en güzel binalardan biri olan Süreyya şimdi Kadıköylülerin ilgi göstermesini bekliyor

Akustiği en güzel binalardan

1916 yılında "Mensucat fabrikasını" kurmuştur; fakat asıl önemlisi 1927 yılında devlet ve belediye olanaklarını kullanmadan Kadıköy'de kurduğu şık operet binasıdır. Cesur, müteşebbis bir kişilikti. Tiyatronun mimarı Auguste ve Gustave Perret kardeşlerdir. Gabriel Astruc'un Paris'teki Champs-Elysees tiyatrosunun tersimini (dizaynını) büyük ölçüde uyarladıkları görülüyor. Süreyya Paşa (İlmen), II. Abdülhamid dönemi ricalinden Serasker Mehmet Rıza Paşa'nın oğludur. 1911 yılı gibi I. Dünya Savaşı öncesi bir tarihte Türk Hava Kuvvetleri'ni kurmakla ün yapmıştı. İleriyi gören, musiki ve tiyatroyla da uğraşan bir askerdi. Enver Paşa ile çatışmaya düştü ve ardından askerlikten ayrıldı. Süreyya Paşa Tiyatrosu'nun İstanbul'un sessiz sinema, operet ve tiyatro hayatında çığır açan bir kurum olduğu açıktır. Hatta sessiz sinema gösterileri burada günün tanınmış piyanistlerinin parçaları eşliğinde yapılırdı. Bizim kuşak, Süreyya Sineması'nı eski ışıltısını kaybetmiş bir yer olarak hatırlar. Ben şahsen burada 1958 kışında son defa olarak Yul Brynner'in oynadığı "Kral ve Ben" filmini seyretmiştim. Sonra İstanbul'un hoyratlığı içinde binanın sinemalığı kalmadı ve üst kat balo salonu bir trikotaj atölyesine dönüştü.Etrafında yükselen çirkin binalarla da kayboldu gitti. Şimdi Bahariye Caddesi'nde ara ki bulasın.Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk'ün bu binayı restore ettirmesi sevinilecek bir girişim. Eğer İstanbullular bunun gibi üç-dört binayı daha kurtarsa şehre ve tarihe bakışımız değişir ve gençlerin eski mirasa ilgisi çekilir. Ersen Gürsel ve Işık Aydemir gibi mimarlar ve Dr. Murat Katoğlu gibi önemli bir kültür adamımızın titiz çalışmaları ile İstanbul'un tek, hatta Avrupa'nın da göze çarpacak güzellikteki "art nouveau" dediğimiz tarzdaki tiyatrolarından biri günışığına çıktı. Şimdilik İstanbul Devlet Operası'nın gösterileri için kullanılacak, akustiği en güzel binalardan biri olduğu için. Kadıköylüler rağbet gösterirse bu güzelliği ile yaşamaması için hiçbir sebep yok. Sevinilecek bir girişim 2001 sonuydu; Tel Aviv'de senfoni orkestrasının bir konseri vardı. Şef Zubin Mehta, solist ise bizim çocuk, Fazıl Say. Henüz kimse adını bilmiyordu. Ankara'daki eski büyükelçilerden Zvi el Felek'in dünyaca meşhur bir çocuk yazarı olan eşi de oradaydı. Sordum: "Mişka, dinleyicilerin birçoğunun Rusyalı ve profesyonel müzisyen oldukları belli. Bu Tel Avivli denen acımasız eleştirmen ve dinleyici kitlesi ile bu çocuk nasıl baş edecek?" "Merak etme, başaracak" dedi.Gerçekten de nefis bir Mozart üslubuydu ve özgün bir yorumdu, salon yıkıldı. Hindistan Zerdüştilerinden çıkma bir şef, Türk bir piyanist, İsrail'in senfoni orkestrası ve her memleketten toplanan seçkin dinleyiciler. Mozart bütün zamanların ve mekanların bestecisiydi. Batı medeniyeti denen olayın bir bakıma sınırları yoktu; Doğu gayret gösterirse Batı'yı da büyülerdi. Burası bizim; hiçbir yere gitmeyiz, gidemeyiz Fazıl Say gitmekten bahsetmiş, hangi hava ve şartlar içinde bunları söyledi bilmiyorum. İşi basına taşıyan ve kendi ülkesini bunalan insanlar için bir cennet diye gören Alman takımının seçkinlerinin bize sığındıkları vakitler de henüz hatırda. Benim kendi hayatım malum; bir imparatorluğun çocuğuyum, imparatorluğumuzun insanlarının paylaştığı kader bana da değdi. Pasaportsuz doğdum, onun için ülke değiştirmeyi hiç sevmem. Tabiiyet denen pasaport çamaşır değildir; iki-üç ülkenin vatandaşı olmayı da hiç anlamam ve tasvip etmem. Nitekim Osmanlı hanedanı reisi Osman Ertuğrul Efendi bütün hayatını tabiyetsiz yaşadı, kendisine Türk pasaportunu birkaç yıl önce verdik. Ama insanlara unutulmaz Tel Aviv gecesini yaşatan Fazıl Say gibileri için bu ilkeler sertlikle geçerli değildir. Alman eğitimli olduğunu bildiğim Mir Dengir Mehmet Fırat beyin Fazıl Say'ın yurtdışına gidiş istekleri için daha saygılı ve başkalarından esirgemediği hoşgörülü ifade kullanması beklenir. Onun çıkışı beni herkesten daha çok endişeye sevk etti. Yaz-kış her köşesi ayrı renk taşıyan; Arkeoloji Müzesi'nin bahçesine girdiğinizde hiçbir yerde göremeyeceğiniz çeşitlik ve zenginlikteki malzemeyi bir arada barındıran bir ülke olduğunu görürsünüz Türkiye'nin. Muhteşem bir tarih ve bir buçuk asırdır her toplumun kolay başaramayacağı yoğunlukta reformlar ülkesidir burası... III. Selim'in torunları Mozart çalıyor. 1876'da anayasayı ilan ettiğimizde herkes şaşmıştı, Rusya sefiri "Bizi Avrupa'da anayasasız tek ülke olarak mı bırakacağınızı zannettiniz, görürüz" demişti. Hem içten hem dıştan bir sürü insan Türkiye demokrasisini baltalamaya çalıştı ve çalışıyor ama biz her şeye rağmen onu korumayı başarıyoruz. Burası bizim, hiçbir yere gidemeyiz, gitmeyiz. Reformlar ülkesi 19'uncu asrın büyük devletleri hac kafilelerinin emniyeti, konaklaması, iaşesi ve sağlık hizmetlerinin görülmesi için özellikle ya umumi bütçeden cömert tahsisat ayırmışlar ya da hayır kurumlarını teşvik edenleri cömert bağışlarda bulundurmuşlardır. Bu Hıristiyan ve Müslüman bütün dünyada genel bir eğilimdi. Son üç Rus çarının Kudüs'e gelen fakir Rus hacıların konaklama ve bakımı için sarf ettikleri meblağ inanılmaz boyuttaydı ve bıraktıkları binalar günümüzde dahi İsrail devleti tarafından adliye arşivi veya nezarethane olarak kullanılmıştı. Her Avrupalı milletin Filistin'de böyle Hıristiyanca bağışları vardı ve bu dindarlığın ötesinde o devlete bir prestij sağlanmak için yapılırdı. Hiç şüphesiz ki Osmanlı hükümdarları hilafet unvanından çok Hâdim'ül Haremeyn'üş Şerifeyn yani Hicaz'daki iki kutsal beldenin hizmetkarı, koruyucusu unvanını benimsemişlerdir. Bu unvan İslam aleminde siyasi bir üstünlük ve temsil görev ve imtiyazı da sağlıyordu. Osmanlıların hac faaliyetini her sene Surre Alayı dediğimiz ünlü hac kervanı temsil eder. Değiştirilecek Kabe örtülerininin, Medine fukarasına dağıtılacak sadakanın ve kutsal mekanlara konacak hediyelerin taşındığı bu kervan çok renkliydi ve bu sene Topkapı Sarayı Müzesi'nde bununla ilgili bir sergi açılacak. Şam beylerbeyi ve sonraki unvanı ile Suriye valisi aynı zamanda Emir'ül Hac'dı. Yolların güvenliğinden, su kaynakları ve konaklama tesislerinin selametinden o mesuldü. Günümüz Osmanlı tarihçilerinden Sureyya Faroqhi'nin "Osmanlı Döneminde Hac (1517-1638)" başlığıyla kaleme aldığı eserinde de belirttiği gibi, bazen Hicaz'daki bir koruma duvarının veya çeşmenin inşası imparatorluğun batısındaki bir iskelenin yıllık gelirini götürebilirdi. Bundan kimse şikayetçi olmazdı. Çünkü bütün çağdaş devletler bu gibi masrafları siyasi temsilin gereği olarak yerine getirirdi. Mekke'deki Türk hacıları hanının akıbeti Bütün Osmanlı padişahları Hicaz'a sayısız eserler yaptırmıştır. Hatta Mimar Sinan, Kabe'nin etrafındaki revaklı avluyu inşa etmiştir. Bugün onları dahi yıkmak istiyorlar. II. Abdülhamid'in fakir Türk hacılarının konaklaması için Mekke'de yaptırdığı ünlü han önce zamana dayanırken yıprandı ve nihayet Suudi idaresi onu da yıktı. Vahhabi yorum gereği eski dönemden kalma bazı eserleri de ziyaret yeri haline gelmesin diye yıktırıyorlar. Hz. Hatice'nin merkadı, hatta Hz. Peygamber'in doğduğu ev gibi... Lakin bunların yerine hemen lüks oteller dikiliyor. Kabe bu blokların arasında kaybolmuş gibi. Birkaç yıl evvel Türk askerlerinin muhafaza noktası olan Kabe'nin yanındaki Ecyad Kalesi'ni yıktılar ve onun yerine otel yapıldı. Şimdi de bu han...Gerçek şu ki ne Türkiye eski eserlere sahip çıkıyor ve gerekli tepkileri koyuyor ne de İslam aleminden başkaları kazanç hırsıyla yapıldığı tartışma götürmez bu tip yıkımları protesto ediyor. Oysa pekâlâ şu son yıkılan han restore edilir, Türk hacıların istifadesine sunulur veya bir Türk kültür ve tanıtım merkezi haline getirilebilirdi. Biraz ısrar ve dirayet lazım. Israr ve dirayet lazım