Pazar Ayasofya, Washington’da

Ayasofya, Washington’da

30.06.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Ayasofya, Washington’da

Ayasofya, Washington’da



Ben en çok Semerkant Meydanı’nı sevdim ama çocukların favorisi Ayasofya’ydı. Çöp bacaklı bitirim Alice kubbelerden birine uzanmıştı. Gözleri kapalıydı ya, İstanbul değildi dinlediği. Arkadaki dev çadırın içinde, tepeden tırnağa limon sarıları giymiş bir Uygur topluluğu bangırdıyordu. "Neyin üzerinde yattığını biliyor musun?" diye sorunca, bıcırık bir altı yaş İngilizcesi ile cevap verdi: "İstanbul’da bir sarayın."
Annesi ile gülüştük. Kırklarında gösteren bir kadındı. Bir koluyla Alice’i kucakladı, diğeriyle ikiz oğullarının yan yana oturduğu bebek arabasını iteleyerek çadırın önündeki tabelaya yürüdü. Orada, Aya Sofya’nın, Türklerin eline geçişinin hikayesini okudu çocuklarına.
Onları bırakıp kırmızı hilallerle kaplı beyaz keten örtüler altındaki çadıra daldım. Urumçi ve Taşkent’ten müzisyenler gırtlak ile tanburu, insanı delice şeyler yapmaya yöneltebilecek canhıraş bir ağıta dönüştürmüşlerdi. "İstanbul Kavşağı’nda Uygur müziğinin işi ne?" diye düşünmeden dinledim bir süre. Sonra Süryani şarkıları söyleyen Urhoy Korosu’nu, kemençe, kanun, düdük ve zurna ile çalıp oynayan Ermeni Grubu Shoghaken’i kaçırmamayı kafama koyup çıktım çadırdan. Delice şeylerin sırası değildi şimdi.

Venedik’e doğru yürürken, Alice’lere rastladım yine, ve anneye, Alevi Semah gösterisini mutlaka görmesini öğütledim. Elindeki kitapçıktan okumuştu; aşıkların ne yaptığını, bağlamanın ne olduğunu sordu bana; çocukların "dönen dervişlere" bayılacaklarını söyledi.
Venedik’te, bir piazza’nın ortasında New Age ile Şamanik Pop arasında gidip gelen Kazak Roksonaki grubunu buluverince anladım. İlle de her durakta, o durağın ezgileri karşılamayacaktı bizi. Kazakistan’ın yağmur şarkılarını Akdeniz’e taşıyan, Orta Asya’yı İstanbul’da şakıtan bir yoldaydık işte.
Semerkant’ta, Recistan Meydanı’ndaki anıtın turunculu, turkuvazlı mozaiklerinin ustaca yapılmış kopyasına hayranlıkla baktıktan sonra, Bamiyan Vadisi’nde buldum kendimi; yüzyıllarca nice kervanın baka baka ilerlediği, şimdi karşımda bir mural olarak duran Buda heykellerinin Taliban sayesinde artık yerlerinde olmadıklarına inanamadım.
Yolculuğum, ABD Kongresi’nin beyaz kubbesi arka planında iken, gözüme uzaydan inmiş bir araç kadar yabancı gelen Nara Kapısı’na dek sürdü. Ünlü Todaiji Tapınağı’nın güney kapısının maketiydi bu. İpek Yolu’nun doğu ucunu simgeliyordu.
İnsan tutkularına göre algılıyor her şeyi. Ben de mimariye ve müziğe kapılıp "ne nedir" diye, elimdeki kitapçıktan okuya okuya tam iki saat dolandıktan sonra ancak, yan taraftaki tezgahlarda pişen harika kokulu kebapların, ayrı ayrı çadırlara kurulmuş seramik ve halı tezgahlarının, ötede Sanat Galerisi’nin merdivenlerinin iki yanına kurulmuş çadırlardaki Rus, Çin, Hint, Türk, Özbek, İtalyan dokumalarının farkına varmaya başladım. Hepsi ayrı baştan çıkarıcıydı.
Rutubetli sıcakla ağırlaşmış, akvaryum kokulu günlerinden birindeydi Washington. Kentin en büyük nimetlerinden Smithsonian Enstitüsü’nün düzenlediği Folklife ("Halk Hayatı" mı demeli buna?) Festivali yeni başlamıştı. Bu yılki tema "İpek Yolu: Kültürleri Birbirine Bağlamak, Güven Yaratmak" diye belirlenince de, Japonya’dan İtalya’ya uzanan, 1400 yıl boyunca kokuların, lezzetlerin, ezgilerin taşındığı güzergahın küçük bir kopyası, Amerikan başkentinin tam ortasındaki "Mall" adlı yeşil alana kuruluvermişti. İpek Yolu’nu simgeleyen beş ana yapıdan biriydi Aya Sofya; minarelerinin arasına çocuklar doluşmuştu.
Tibet’ten, Afganistan’dan, Anadolu’dan halı dokuyanlar vardı. Japon çay kaselerinden İznik çinilerine, Hindu ikonalarından İtalyan boncuk işlerine bin bir mahareti buralara taşımış, birbirinin dilinden değil, elinden anlayan sanatçılar vardı. "Ruhani bodybuilding (vücut geliştirme)" teknikleri öğreten İranlılar, kuklacı Özbekler, Tibetli rahipler, Hint büyücüleri, Pekin Operası’ndan sopranolar vardı. Hangisine yetişebilir insan?
Sıcaktan bitap, ses ve renk cümbüşünden sarhoş halde Mall’dan ayrılırken, daha serin bir günde, dokuz haftalık kızımı da boynuma asıp yeniden gelmeye kararlıydım. Arabaya binince "İpek Yolu Yolculukları: Yabancılar Karşılaşınca" adlı CD’ye verdim kendimi. Ne de olsa İpek Yolu’nu, Marco Polo ve İbn Battuta’dan sonra, bir modern gezgin misali yeniden keşfeden çellist Yo-Yo Ma’nın başının altından çıkmıştı bütün bunlar. İçimden selam gönderdim.