Pazar “Kitabı yazdıktan sonra rahatladım”

“Kitabı yazdıktan sonra rahatladım”

11.01.2015 - 02:30 | Son Güncellenme:

40 gün boyunca IŞİD’in esiri olan Milliyet Gazetesi Fotoğraf Servisi Müdürü Bünyamin Aygün, yaşadıklarını kitabında anlattı. “Dünya IŞİD konusunda çok cahil. Ben onlarla 40 gün yaşadım. Benim bunu anlatmam gerekiyordu” diyen Aygün: “Yazarken aynı duyguları tekrar tekrar yaşadım ama yazdıktan sonra rahatladım, toparladım”

“Kitabı yazdıktan sonra rahatladım”

Habere gitmişti. Yoktu gazetede. Birkaç gün sonra ondan haber alınamadığını öğrendik. Neredeydi ki? Bu çocuk yine savaşlara mı gitmişti? 26 Kasım’dan beri ortada yoktu. Sonra haber alamadığımız gün sayısı arttı. Yoktu Bünyamin. Kaçırmışlardı.
IŞİD kaçırmıştı. Ya...

Haberin Devamı

5 Ocak’ta, tam 40 gün sonra, film gibi bir operasyonla kurtarıldığını öğrendik. Televizyonda gördük önce onu. Zayıflamıştı çok, en çok da ayağında bot yerine terlik olması konuşulmuştu. Gazeteye geldi ertesi gün. Gülen yüzü ama boş bakışlarıyla. Kendine gelecek miydi acaba, ne yaşamıştı kim bilir orada?

Orada yaşadıklarının az da olsa bir kısmını yine Milliyet Pazar’da, 12 Ocak 2014 tarihinde Kadri Gürsel’in Bünyamin Aygün’le yaptığı röportajda ilk olarak okudu insanlar. Başlık “Kılıçtan çok korkuyordum, bari kurşuna dizsinler diyordum” idi. En büyük korkusu oydu. İçimiz parçalandı.

Şimdi ise Bünyamin o zamanlar dünyada bu kadar tanınmayan IŞİD’in esareti altında tüm yaşadıklarını gün gün kitabında anlattı. Tam da kurtarılışının yıldönümünde Doğan Kitap’tan çıkan ve mesleği uğruna hayatını kaybeden gazetecilere adadığı “IŞİD’in Elinde 40 Gün”de hayal bile edemeyeceğiniz bir 40 günü anlatırken bizi Suriye’deki kanlı savaşa da götürüyor bir yandan. Almalısınız, okumalısınız. Ve elleri, gözleri bağlı, sorgularla, soğukla, ölüm korkusuyla iç içe geçen o 40 günden sonra bugünkü haline ve yine “tehlikeli” haberler peşinde koşmasına şaşırmalısınız.
Sen çok yaşa be Bünyamin. Çok yaşa!

Haberin Devamı

O günleri bir kitap yapmaya nasıl karar verdin?

Anlatmak istiyordum ama ranta dönüştürmek istemiyordum. Mesela döndüğümde şov programlarına çıkmadım. Yazacaktım evet ama belki 10 yıl sonra...

Ama bir yıl sonra yazdın...

Şu etkili oldu... Ben döndüğümde beni kaçıran IŞİD bu kadar tanınmıyordu. Sonra dünyada IŞİD patlayınca iş değişti. Dünya da Türkiye de halen IŞİD konusunda çok cahil. Ama ben bu insanlarla 40 gün yaşadım. İyisini de gördüm, kötüsünü de... Her tarafıyla bu insanlara temas ettim. Bunu yazmazsam gazetecilik mesleğine ihanet edeceğimi düşündüm. Yani oraya gidip ölümle burun buruna gelmemin nedeni de gazetecilik tutkusuydu. Yazarken şuna dikkat ettim; yalın bir dil kullanmalıyım ki hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyeyim. Ama kafamı bir türlü boşaltamıyorum.

Ve adaya gittin...

Evet, Kınalıada’ya gittim eylülde. Arkadaşımın evine.
Her gün bilgisayar başında çayımla, kahvemle yazdım.

Haberin Devamı

“Gazeteci ağlayacaksa niçin bu işlere girer?”

Yazarken acı çekmedin mi? Kafanda bir daha canlandırıp kelimelere döküyorsun... İşkence!

Aynı duyguları tekrar tekrar yaşadım yazarken, evet. Ağır gelen yerler oldu. Hata mı yapıyorum dediğim de oldu. Orada beni zorlayan, yaşadığım duyguyu,
çok sevinmiş ya da çok üzülmüş olsam da çok vermek istemedim.

Evet kitapta hislerine çok az yer vermişsin. Niçin?

Çünkü işin orası çok özel ve bana kalması gerekiyor.

Neredeyse hiç yok ama... Bir kere “Ağladık, üzüldük, şöyle içim yandı, canım acıdı” demiyorsun...

Artık orayı da okuyucu kendi kafasında kursun. Çünkü yaşadığım olayın travma olduğu konusunda hemfikir miyiz? Bu travmanın bulunduğun ülkede, imkanların dahilinde bir tedavisi de yok.

Oralara girersen sonunda nasıl çıkacağını mı bilemedin?

Ucundan girsem ne olacak? Oturduk, ağladık desem ne olacak? Döndüğümde bir arkadaşım da “Ağlasana” dedi. Bir gazeteci ağlayacaksa niye bu işlere girer?

Haberin Devamı

İnsansın yahu. Yaşadığın şey çok büyük. Ağlamamak ne demek?

Herkesin bir mizacı var.

Kitapta taş gibisin ama.

Ajite etmek istemedim.

Peki 40 gün boyunca hiç mi ağlamadın?

Yok. Ağlamadım. Sorguda tabii ki ağlamışsındır. Ama duygusal olarak ağlamadım. Orada kendine hakim olmalısın.

Üzerime çullandılar deyip geçiştiriyorsun. Allah bilir orada neler yaşadın ama kitapta yok.

Birisi tekme attı, kaburgama geldi, iki gün ondan dolayı nefes alamadım. Birisi kafama bıçağı fırlattı. Daha neler... Bunları anlatsam düşünsene nasıl satar. Ama benim derdim bu hikayeyi
bu yönleriyle satmak değil. Eğer sen bu hikayeyi Aslı Çakır olarak merak ediyorsan, gel anlatayım. Ama kitapta değil. Zaten dünya genel olarak biliyor neler yapıldığını. Artık ben orada çullandılar diyorsam zaten anlıyorsun. Ama bu kimseyi savunmak, daha iyi göstermeye çalışmak için değil, asla!

“İmam gibiydim, bana saygı duyuyorlardı”

Sonlara doğru sen koğuş ağası gibi bir şey oldun. Herkesin çekindiği abi...

Haberin Devamı

Doğru. Çünkü ben abdest almayı, namazı biliyorum. Onlara da öğretiyorum. Namaz kıldırıyorum. İmam gibi olmuştum, saygı duyuyorlardı. Biz namaz kıldıkça, IŞİD’lilerin hoşuna gidiyor ve daha az eziyet ediyorlardı.

KİTAPTAN BİR NOT

Ortadoğu’ya farklı bir bakış

Bünyamin Aygünkitabının son bölümünde bir Ortadoğu analizi yapıyor. “Ortadoğu dinamiklerini, Irak kaosunu ve Suriye iç savasını anlamadan Irak Şam İslam Devleti örgütünü ya da bilinen adıyla IŞİD’i anlamak mümkün değil. Yüz yılı aşkın zamandır Batı, Ortadoğu ile yakından ilgileniyor, siyasi ve askeri müdahalelerle bölgeyi sık sık abluka altında tutuyor” diyerek başladığı bu bölüm kitabın önemli bölümlerinden. O bölgeye defalarca girip çıkan, savaşın ortasında hayat hikayeleri ve muhteşem kareler yakalayan, 40 gün boyunca IŞİD mensuplarıyla yakın temasta bulunan birinden Ortadoğu’yu dinlemek farklı ve daha gerçekçi bir gözle bakmanıza neden olabilir bölgeye.

“Kaçsaydım kendimi toprağa gömecektim”

Aklında kaçmak da var. O yüzden yemeyip lavaşlarını biriktiriyorsun. Bir de botlarını aldılar, o senin için dert oluyor...

Evet, kafamda hep plan. İlk olarak bir köyden, bir evin önünden ayakkabı alırım diye düşünüyorum. İkincisi gündüzleri hareket etmeyeceğim. Buz da olsa kendimi gömeceğim. Hatta kafam toprağın altında nasıl nefes alacağımı düşünüyordum.

IŞİD’in elinden bunca gün sonra kurtarılan yok senin gibi.

Kendi rızalarıyla bıraktıkları Fransız, İspanyol gazeteciler var ama hiçbiri bir şey konuşmadı, anlaşmalı bırakıldılar. Bir İngiliz gazeteci bana sordu, “Neden konuşuyorsun? Korkmuyor musun?”

Korkmuyor musun?

Ben bunları anlatırken kimseye meydan okumuyorum ki. Sadece yaşadıklarımı en yalın haliyle anlatıyorum.

“Bana bir şey yapmak isterlerse zaten yaparlar”

İnsanları durduran şey; “Acaba bir daha aynı şeyi yaşar mıyım” korkusu...

Zaten beni onlar bırakmadı ki. Ben bir operasyonla kurtulmuşsam ve karşı taraf da bana bir şey yapmak istiyorsa zaten yapar.

Burada IŞİD haberleri çıkınca ne hissediyorsun?

Esaret altında ne hissettiysem haberleri görünce de aynı şeyi hissediyorum. Ben burada bir de toplantı masasında IŞİD fotoğraflarını açıyorum, anlatıyorum işim gereği. Normal bir şeymiş gibi anlatıyorum ama gerçekte, içimde nasıl? O benimle fotoğraf arasındaki bir şey.

“Kitabı yazdıktan sonra rahatladım”

Halep’te 2012’de bir baskın anında, onu koruyan ÖSO komutanıyla...

“Niye korkayım? Haber oydu!”

Oradan kurtarıldın, geldin, 5-6 ay içinde bu sefer Şırnak’ta, 70 santim çaplı bir delikten madene indin. Niye sen iniyorsun?

O haber Türkiye’de bütün ödülleri topladı. Oraya giden kimseyi içeri sokmamışlardı ve...

Onu sormuyorum ki... Korkmadın mı?

Hayır, niye korkayım ki... Orada her gün ölümden dönüyorlar.

Anladım da sen yeni ölümden kurtuldun.

Ama işte haber oydu!

Haber oydu deyince her şey bitiyor yani.

Yani.

“Kitabı yazdıktan sonra rahatladım”

Aygün 2012’de Suriye’de bir baskından sonra çektiği bu fotoğrafla pek çok önemli ödül aldı. Fotoğraftaki Şebbihalı bu kareden 10 dakika sonra kurşuna dizildi.

“Gözlerin bağlı bekliyorsun, gelecek mi, öldürecek mi?”

O kadar çok istiyorlar ki ölmeyi, şehit olmayı... Sana da zaten “Ne güzel tövbe ettin, biz seni öldüreceğiz, tövbeli gideceksin” diyorlar, öldürerek bir lütufta bulunuyorlar sanki.
Böyle adamlar arasında insan daha çaresiz hissetmez mi? Ne desen, ne yapsan olmaz.

Tabii ki garip oldum. Geliyor, sana bunu diyor ve gidiyor. Ertesi gün gelip öldürecekmi? Oturuyorsun, gözün bağlı, bekliyorsun. Gelmiyor. Bitmiyor o süre. Kapı açıldığında yeni gelen biri neyle gelecek, ne diyecek, ne yapacak bilmiyorsun.

“Kitabı yazdıktan sonra rahatladım”

5 Ocak 2014’te Bünyamin, kendisini kurtaran Ahraruş Şam ve İslami Cephe komutanlarıyla Suriye’de, İdlip’e bağlı bir kasabada.

“Sizin için 40 gün benim için 40 yıldı”

Bütün kitaba en hakim olan şey soğuk!

Çok soğuktu! Ben Suriye’nin bu kadar soğuk olabileceğini hiç bilmiyordum. Müthiş bir soğuk. İstanbul’a geldim ve yaza kadar ısınamadım. Hep kaloriferlerin dibinde, montla, kazakla...
Gece yatarken içime kazak giyip yatıyordum. Ayaklarım ısınamadı güneşi, yazı görene kadar.

Gözleri kapalı olmak bir de...
Zamanı daha da uzatmış senin için.

Evet, o 40 günü 40 yıl yapan odur
belki de.

“Boğazından geçmiyor, ancak ölmeyecek kadar yiyebiliyordum”

Sana 40 yıl geldi değil mi?
Ama döndüğünde yine de çok sağlamdın. Hemen gazeteye getirdiler seni. İnsanlar üzerine atladı, sarıldı, öptü, sohbet
etti. Sensiz ve “Ya...” diye geçirilen
40 gün buradakilerede çok uzun gelmişti tabii ama hiç düşünmedik ki bu adam konuşabiliyor mu, ne yaşıyor şu an? Gözlerin pek boş bakıyordu zaten.
Sen yine de insanları hoş ettin.

Bunları nasıl yaptım ben de bilmiyorum. Demek ki gazeteci milleti olarak, üzerine bir de savaş bölgelerine giden bir gazeteci olarak psikolojik altyapımız sağlam. Savaş bölgesine giderken zaten ölümü göze alıp gidiyorsun. Ama benim yaşadığım, inşallah başka hiçbir gazeteci arkadaşım yaşamaz, size 40 gün olan bana 40 yıl, 400 yıl gibi geldi.

Bir de o 40 gün boyunca neredeyse hiç yemek yemiyorsun. Getiriyorlar ama ucundan alıyorsun, bir hurma, üç kaşık çorba. Kitabı okurken ara ara insanın “Oğlum yesene” diyesi geliyor.

Ama boğazından geçmiyor. Ölmeyecek kadar yiyebiliyordum.

Kaç kilo vermiştin sen?

40 günde 15 kilo verdim. Ama aldım şimdi fazlasıyla.

Ama aşırı da sağlıklı, güçlüsün orada. Bir tek son gün miden ağrıyor, o kadar. Onca soğuk, az yemek, yıkanamama, sürekli korku, yaşadıkların... Nezle bile olmadın. Başın bile ağrımadı. Ne güçlü bünyen varmış.

Çok doğru. Nezle bile olmadım. Bağışıklığım güçlü herhalde. Bir de o bölgede çok görev yapmış olmam etkili oldu sanırım. Ben zaten hayatımda da bir kere falan yattım nezleden. Ayakta hallederim.

Bir tek uzun süre arkadan kelepçeli kaldığında çektiğin acılar var. Korkunç bir acı belli ki... Sakatlık kaldı mı omzunda?

Evet kaldı. Ödem olmuş, ameliyatla alınması gerekiyor ya da platin takılabilirmiş.

“Kılıç bana daha çok acı verecek gibi görünüyordu”

Bir insan için korkunç olabilecek başka şeyler de var; halı gibi bir şeye sarıyor, arabanın bagajına atıyorlar. Fareler çıkıyor, yüzünde akrep dolaşıyor...

Önceki evimde hamamböcekleri çıkardı gece. Sosyal bir ortamımız vardı. Onlarla ilgili sorunum yok. Orada psikolojik olarak çöküyorsun, “Ben artık öldüm” diyorsun. Bünyamin Aygün kimliğinden çıkıp nefes alan bir canlı oluyorsun. Ben oradan kurtulmak için toprağa gömülü kalmayı göze almışsam, neden bagaja kapatılmaktan korkayım ki? Bagaj benim için iyi bir arabanın makam koltuğu gibi...

Tek bir korkun var ama kılıçla başının kesilmesi...

Çünkü o bana daha çok acı verecek gibi görünüyordu. Öldüreceklerse de kurşunla olsun diyordum. Onların inancına göre de sevap olması için kılıç lazım.

“Bu ülkeyi gerçekten hor kullanıyoruz”

Kitapta sürekli önce
Allah, sonra 70 milyonluk ülkem var arkamda diyorsun. Gazetene güveniyorsun, bir de dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na...

Orada küçücük bir ümit var. Davutoğlu’nun dışışleri bakanı
olduğu dönemde Türkiye kimseyi kaptırmadı, sahip çıkıyorlar diye düşünüyordum. Ama süre uzadıkça... İlk günden daha “Bugün de almadılar beni” diyorsun. Yine de ümit var. Sonuç olarak ölmediğin her gün bir umut, bir lütuf, şans.

70 milyonluk ülke sana çok güven veriyor.

Aslı, bak bu ülkeyi gerçekten hor kullanan bir milletiz. Ne zaman
kıymetini anlıyoruz, yurt dışında
başına bir şey geldiğinde “Benim ülkem iyi ki var” diyoruz. Hor kullandığımız
bu ülkenin aslında güçlü olduğunu,
o 70 milyonun aslında sadece sayısal bir bir değer olmadığını, aslında çok güçlü birliktelik olduğunu, senin oraya ait olduğunu o kadar hissediyorsun ki...
Hiç aklımdan geçmezdi 70 milyonu bu kadar seveceğim... Ve 70 milyon, hangi dinden, görüşten, mezhepten olursa olsun, benim için dua ediyor ve canı gönülden kurtulmamı istiyor.

“Döndüğümden beri su içemiyorum”

Döndüğünde ne değişiklikler vardı sende?

Çok ciddi değişiklikler vardı. Mesela artık hiç alkol almıyorum. Bunu kim nasıl yorumlarsa yorumlasın. İki, su içmiyorum. Geldiğimden beri bir yudum, iki yudum... Tiksiniyorum. Unutkanlık başladı. Bu da zihnin bir oyunuymuş. Hafıza geçmişteki o olayı silmek isterken telefon numaraları, insan isimleri gibi şeyleri de siliyormuş.

Hayata bakışın değişti mi? Daha olgun karşılıyorsundur bazı şeyleri
ya da daha kolay para harcıyorsundur...

Atamadığım eşyaların tamamına yakınını ihtiyacı olanlara verdim. Asla vermem dediğim kol saatlerimi dağıttım. Bir de bir şey almak istiyorsam hesap yapmıyorum artık.

Zaten artık her şartta, en azla yaşayabileceğinin farkına vardın...

Bak bunu güzel söylüyorsun. Hafta sonumu Bauhaus’ta geçiriyorum, çiçek alacağım diye. Ben hayatımda hiç saksı çiçeği alabileceğimi düşünmemiştim. Kedi aldım. Beni eve bağlayan bir şey. Bir de
artık çok uyuyorum.

18 yaşında bir oğlun var. Orada hiç “Oğlum babasız kalacak” diye düşünmedin mi?

Babasız kalabileceğini bilecek şekilde yetiştirdim ben onu. Ben bu işi yaptığım için bağımlılık bırakmak istemiyorum kimseye.

Sevgili, yakın ilişki de olmaz
o zam
an. Böyle hayat geçer mi?

Bağımlılık kalmayacak. Öyle organize ediyorum hayatımı. Annemi de o yıl kaybetmiştim. Sadece annem sağ olsaydı, o çok üzülecek diye üzülebilirdim. O 40 gün boyunca kardeşim Gümüşhane’den gelip İstanbul’da kalmış, uğraşıp durmuş, perişan olmuş. Ben bu kadarını beklemiyordum. İşyerinden insanların işlerini güçlerini böyle bırakacaklarını... Bırakıyorlar ve tek dertleri Bünyamin’i kurtarmak.
“Er Ryan’ı Kurtarmak” gibi.

“Kendimi ülkeme karşı borçlu hissediyorum”

İnsanlara sevgin, güvenin artmış.

Evet. Bir kere akraba, arkadaş ziyaretlerimi artırdım. İlk defa bayramda yakınlarıma çikolata gönderiyorum. Özel günlerde gazetedeki arkadaşlarıma çiçek, hediye gönderiyorum, minik jestler yapıyorum. Bunlar bana çok efemine geliyor aslında. Daha anlayışlı oldum. Bana küfreden birine “Gel bakalım, bi anlat” diyebiliyorum. Özellikle kitabı yazdıktan sonra kendimi toparladım. Boş bakışlarım vardı, evet ama içimdeki boşluğu yansıtıyordu o bakışlar. Rahatladım yazdıktan sonra.

Bundan sonra ne yapacaksın?

Emekli olunca 3-5 ay dinleneceğim. Bir süre de bir yardım kuruluşunda çalışacağım. Bir de şu çok önemli; ülkem için ne yapabilirim? Kendimi bir şekilde borçlu hissediyorum. Dili, dini, ırkı ilgilendirmiyor, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan, aynı kaderi paylaştığımız zengini, fakiri, bu insanlar için ne yapabilirim?

Giriyor mu rüyalarına?

Eee... Giriyor zaman zaman tabii.

Kaldırıyor mu senin yatağından zıplatarak? O filmlerde gördüğümüz sahneler yaşanıyor mu?

Yaşanmaması anormal olurdu. Ama tahmin edilenden çok daha az.

Son soru: İyi misin?

İyiyim.