Pazar Osmanlı’yı yeni bir dünyaya açtı

Osmanlı’yı yeni bir dünyaya açtı

30.11.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

II. Mahmud devri askeri zaferlerin değil, idari yenileşme ve modernleşmenin dönemiydi. Bakanlıklar kuruldu, tıbbiye ve hukuk mektebleri teşkil edildi. Batı’yı en iyi tanıyan memur grubu yani hariciyeciler idarenin tepesine doğru tırmandı

Osmanlı’yı yeni bir dünyaya açtı

Modern Türkiye tarihi için önemli bir dönüm noktasıydı 1808 yılı.
Aslında bu tarihte III. Selim’in mutedil reform asrı sona ermiş, tahttan indirilen padişah sarayın “şimşirlik” denen mevkiinde sıkıntılı bir hayata mahkum edilmişti.
Ruscuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın başında bulunduğu ayan ordusu başkente ulaşmış; saraya, hatta Enderun ve Harem’e girmiştir.
Ne var ki, tahta tekrar geçirilmek istenen hükümdarın kanlı naaşıyla karşılaştılar. Acemi katillerin elinde saatlerce can çekişerek ölmüştü.
Bu hengamede IV. Mustafa kardeşi ve veliaht şehzadesi Mahmud’u da öldürtmek istedi. Saray kadınlarının savunmasıyla ellerinden kurtulabilen genç şehzade tahta oturdu.
Bazı anayasa tarihçilerimizin kolay bir abartma ile 1208 İngiltere Manga Carta’sının 600 sene sonraki tekrarı dedikleri Sened-i İttifak da 29 Eylül 1808’de yani vakadan iki ay sonra devletin ileri gelenleri ve Rumeli’den gelen ayan orduları arasında yapıldı. Güya padişah otoritesi sınırlanıyordu. Oysa padişah “senedi” dahi yok etmiş, Cevdet Paşa tarihinde zikredilen nüshayı kullanıyoruz.

Anadolu ve Rumeli ayanlarını alt etti
Merhum meslektaşımız Ali İhsan Gencer’in Hacettepe Üniversitesi’ndeki bir seminerde de vurguladığı gibi; bu tip senetler yani uzlaşma akitleri o dönemde muhtelif gruplarla devlet arasında yapılırdı. Ömürlü ve sonraki gelişmelerin temel taşı olamadılar. Çünkü taraflar arasında denge yoktu, merkezi devletin ve saltanat makamı karşısında, Rumeli ve Anadolu ayanları sadece karaltısından korkulan kuvvettiler.
II. Mahmud bütün bu eyalet türedilerini teker teker yok etti, yok edildiklerini kendileri de fark etmediler. Arkalarında bir kuvvet yoktu.

Kendini tahta çıkaran paşadan rahatsızdı
Sultan II. Mahmud’u da o derecede uğraştıran ve aslında Yanya’daki ayaklanmasıyla Yunan ayaklanmasını farkına varmadan ateşleyen, kendisine Yanya sultanı denen Tepedelenli Ali Paşa dahi tutarlı, yeknesak bir kitleye dayanmıyordu. Arkasında kimse yoktu, yerel despotun getirdiği nizam, hatta refah dahi merkezin ordularına ve meşru hakimiyetine karşı direnemezdi.
Mamafih II. Sultan Mahmud bu ürkütücü taşra derebeylerinden önce kendisini tahta çıkaran Alemdar Mustafa Paşa ve etrafındaki Rumeli ayanlarından rahatsızdı.

Yeniçerilerin mezarları bile imha edildi
Eski rejimin kalıntıları ve tahta geçtikten sonra kendisine sık sık ayaklanmakta tereddüt etmeyen yeniçerilerin Alemdar Mustafa Paşa’nın Babıali konağına saldırmalarını, onu kıskaca almalarını önce seyretti. Alemdar Paşa bu saldırıdan namusuyla kurtulmak için intiharı seçti, II. Mahmud intikam meleği kesildi. Dağıtmadan adını değiştirdiği sekban-ı cedid askerini Sadrazam Benderli Mehmet Selim Sırrı Paşa yeniçerileri ortadan kaldırdı.
Çağdaş gözlemcilerden Britanyalı Adolphus Slade Paşa bu kanlı imha hareketini şöyle tasvir ediyor: “Yeniçeriler, yeniçerilerin dostu olanlar sokakta bile ortadan kaldırılıyordu.”
Belgrad Ormanı’na sığınanlar kuşatıldı, ateşe verilen koruda cayır cayır yandılar. Mezartaşları bile imha edildi. Müzelerimizde en az bulunan mezartaşı yeniçerilerinkidir. Artlarından vampirlik hikayeleri uyduruldu ve bu gibi hikayeler devletin resmi gazetesinde yayımlandı.
Ordunun modernleştirilmesi ve saltanatın emrine verilmesi epey uzun zaman aldı. Nitekim Mısırlı Mehmed Ali Paşa’nın ayaklanması kolay bastırılmadı. Yabancı yardımı ve müdahale gerekti.
Sonuçları itibarıyla yeniçeriliğin ilgası ve imhası büyük Petro’nun tüfekçi kıtalarının imhasına benzemiyordu. Başkentin asayişini sağlayan ve vergiyi toplayacak kolluk kuvvetleri dahi ortadan kalkmıştı.

Topkapı Sarayı’na ara sıra uğrardı
Doğrusu II. Mahmud devri askeri zaferlerin değil, idari yenileşme ve modernleşmenin dönemiydi. Bakanlıklar kuruldu, tıbbiye ve hukuk mektebleri teşkil edildi. Batı’yı en iyi tanıyan memur grubu yani hariciyeciler idarenin tepesine doğru tırmandı.
II. Mahmud 19’uncu asrın devletler protokolüne hitap edemeyen ve dar gelen Topkapı Sarayı’nı terk etmişti. Ara sıra saraya uğruyor ve doğrusu Enderun halkının eski adet ve geleneklerine dahi saygı duymayan bir düzensizlik yaratıyordu.
Saltanatı İstanbul’un sahil saraylarında geçti. Bu sıkıntılı hayatı kızkardeşinin Çamlıca’daki köşkünde 54 yaşında sona erdi.

Yurtiçi seyahatleri ile bir gelenek başlattı
Osmanlı hayatını yeni bir dünyaya açtığı gerçektir. Gazete, okul, yeni askeri teknik ve düzen, donanmanın ıslahı ve askeri sanayi hepsi onun zamanında Türkiye’ye girdi.
II. Mahmud müzisyendi ama bu onun alaturka yerine garb müziğini saraya ve cemiyete sokmasına engel olmadı. Güzel hattı vardı, hiç şüphesiz ki tezhib bilirdi ama portrelerini yaptırmaktan işe başlayarak garb resim sanatını teşvik etti. Yurtiçinde seyahatlar yaptı, bu önemli bir geleneğin başlangıcıdır.
Reformlarını yaparken selefi ve kuzeni III. Selim gibi müşfik ve sabırlı davranmadı. Şiddetli bir hükümdardı. Yasaklar veya zorlama yaptırılan işler atbaşı gitti.

Lakabı “Osmanlı’nın Büyük Petro’su” idi
Herkes ona Osmanlı İmparatorluğu’nun Büyük Petro’su diyordu. Tesadüf değil, Rusların “Deli Petro”su diye andığımız çar, onun zamanında “Büyük Petro” diye anılmaya başlanmıştır.
Kendi meşrebine en uygun olacak Bektaşi zümresini neredeyse imha edecekti. Terörün getirdiği panik yüzünden, Şanızade Ataullah gibi asri bilim adamını “Bektaşi” dedikodusu yüzünden sürgüne gönderdi. Anadolu ve Rumeli’nin ayan hanedanlarını imha etti ama Mısır’ın imparatorluğa olan bağını ancak büyük devletlerle kurduğu denge oyunları ile sağladı.

Vereme yakalandı, bedbaht şekilde öldü
Veremin pençesinde bedbaht olarak öldü ama arkasında yolu değişen bir imparatorluk vardı.
II. Mahmud’u yanlış değilse bile, yetersiz biçimde değerlendiren bir eğitimimiz var. Onun saltanatını eskilerin tabiriyle biraz teşrih masasına yatırıp değerlendirmeliyiz.

Arjantin Felsefe Grubu
Arjantin Felsefe Grubu ismini doğrusu ben de yadırgıyorum; içerikle ilgili bir anlamı da yok. “Peki bu ismi kim verdi?” derseniz o da benden kaynaklanıyormuş.
Beş-altı yıl evvel felsefe, tarih, dinler ve edebiyat tarihi alanındaki eksikliklerini tamamlamak isteyen profesyoneller kendilerine seminer vermeleri için bazı uzmanlara ve hocalara başvurdular. Onun bunun evinde toplanmak çıkar yol değildi; Ankara’da Arjantin Sokak’ta bir yer kiralandığı için grubun adına da yarı latife olarak öyle dendi, öyle de kaldı. Bence artık değiştirilmesi gerekir.
Türkiye seçkinlerinin bir sorunu var. Belki lise eğitiminin isteneni verememesinden dolayı bilhassa tıp, mühendislik gibi dallarda geçen uzmanlaşma yılları tarih, coğrafya ve felsefe alanında bir zihinsel boşluk yaratıyor. Bunu telafi etmek isteyen bir arkadaş grubu Hilmi Yavuz, Ahmet İnam, Kudret Emiroğlu, Necmi Erdoğan, Erol Göka gibi hocalardan devamlı konferanslar alıyordu ve altı yılda da bunun bir birikim sağladığı açık.
İsmail Küçükkaya’nın yeni görevi dolayısıyla duyuldu
Hatırlıyorum ilk semineri Ankara’da ben vermiştim, bir daha da maalesef arkadaşlara bunu tekrarlayamadım. Grubu teşkil edenler eczacılar Nihal Kemaloğlu ve kimyager Esin Başer’dir. Tıp profesörlerimizden Gonca Tatar ve Meral Topçuoğlu, bizim Mülkiye’nin ünlülerinden Sevil Yurdakul ve şimdi Akşam gazetesinin genel yayın yönetmeni olan İsmail Küçükkaya grubun daimi üyeleri. Galiba grubun ismi de İsmail’in son görevi dolayısıyla duyuldu.
Konya ve Kayseri gibi şehirlerde benzeri var, İstanbul’da da var. İzmir’de böyle bir grup olup olmadığını bilmiyorum. Ankara’da yıllar önce Batı kültürünü, musikisinden matematiğine kadar tam yetkiyle temsil eden rahmetli Prof. Nusret Hızır’ın serbest derslerini takip eden, daha doğrusu onu buna teşvik eden grup vardı. İlhan Tekeli, Nusret hocanın edebi öğrencisi ve Türk edebiyat eleştirisinin bence unutulmayacak kişiliği Füsun Akatlı, galiba Yeter Göksu, Yiğit Gülöksüz, Raşit Gökçeli ve bendeniz, hatta İskender Savaşır’ı hatırlıyorum.
Benim bildiğim Nusret Hızır hoca bu grupla fakültede olduğundan daha mutluydu ve hocalara hocalık yapıyordu. Altı-yedi yıl devam eden bu haftalık dersler düşünme metotları yönünden herkesi çok yönlendirmişti. Grubun bir de yayıncılık yaptığı ve kendine yakın yazarları yayımladığı Aşina Kitaplar adlı yayın kuruluşu var. Artık adlandırmasını beğenmediğim Arjantin Felsefe Grubu’nun da böyle bir yaşamı var.