Kültür Sanat Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

26.12.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi




Şu sıralar ardı ardına ne yazık ki bir bölümünü kaçırdığım önemli sergiler açılıyor. Ama ben, bu hafta ancak iki sergi gezebildim. Bunların ilki, Taner Ceylan’ın Galerist’teki, diğeri Selim Cebeci’nin Yapı Kredi’deki sergileriydi. Açılışları aynı gün yapılan, farklı dünyalar ve teknikler içerse de bir biçimde her ikisi de kavram olarak "fotoğrafötan yola çıkan bu iki serginin mutlaka görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Her ikisi de pentür resminin kendi sınırlarını zorlayan arayışlarını, "gösteren" ve "gösterilen"in yeni bir gerçeklik çevresinde kendini sunma serüvenini bir kez daha düşündüren resimler içeriyor.

Hayat atölyesi
Taner Ceylan’ın sergisinin temel mantığı, daha resimlerin tuval kalınlıklarından başlayarak gösteriyor kendini. Günümüz temel eğilimlerinin tersine, küçük boyutlarda yapılmış bu resimler, bizden önce duvarla olan ilişkilerini belirliyorlar. Duvardan kalın bir tuval aralığıyla dışarı fırlayan resimler, boyutlarının küçük oluşu nedeniyle gözden kaçabilecek bir derinliğe çağırıyorlar bakanları. Çizgi roman estetiğini gözardı etmeyen, ilk bakışta erotik dergi sayfalarından kopartılmış izlenimi bırakacak kadar illüstrasyon sınırlarını zorlayan resimlere, başka bir ciddiyet ve uzaklık boyutuyla eğilmenin gerekliliğini hatırlatıyorlar. Bu arada ressam, fotoğrafları örttüğü gibi imzasını da her resmin ilk bakışta görünmeyen yerine bir ayrıntı olarak gizlemiş. Kendini, bize buldurmak istiyor.
Fotoğraf ile resmin, açık ve örtük pentimentoların aynı tuval zemininde buluştuğu, "resmetmenin" sınırlarını zorlayan arayışların karşılık bulduğu resimler bunlar. Örneğin, bazı yerleri "fotoğrafötan, bazı yerleri "resimöden oluşan bir ağaç’ın kendi içinde farklı gerçekliklere parçalanmış olmasından başka bir bütünlük birimi amaçlanıyor. Fotoğrafın ne zaman resme, resmin ne zaman fotoğraf kesinliğine dönüştüğü, gözün takip etmesi gereken bir iz haline getiriliyor. İlk bakışta parlak renkler, keskin çizgilerle yalnızca illüstrasyon canlılığıyla göz alan resimlerin üzerinde durup derinleştikçe, usulca altmetinlerini açmaya başladığını görüyorsunuz.
Bu resimler arasında benim favorim, yüksek tavanlı bir balo salonunda, siyah kostümler içindeki yaylı çalgılar dörtlüsünün pırıl pırıl iskarpinlerinin hemen yanı başında, yerde mozaik zemin üzerinde çırılçıplak cinsel ilişkiye giren iki erkeğin yer aldığı, aristokrasi ile heteroseksüelliğin baskıcı özdeş dünyasına saldırgan ve gösterişli bir seremoniyle yanıt veren "Balo" adlı resim... Visconti, Pasolini ve Fassbinder sinemasından tanıdık gelen tarih ve sınıf duygusu taşıyan bir resim bu.
Onca çıplak erkek resminin bulunduğu sergide adı "Nü" olan resmin konusunun yalnızca bir bardak su olmasındaki ironiyi de sevdim. Ressam "nü" olan şeyin yalnızca insan bedenine ilişkin bir şey değil, sonuna kadar görmeye duran gözlerle baktığımızda nesnelerin dünyasını soymaya başlayan bir görme biçimi olduğunu anımsatıyor sanki. Bir reklam fotoğrafı canlılığındaki resimde, suyun gövdesinin çıplaklığıyla insan gövdesinin çıplaklığı, doğallık bağlamında kardeş kılınıyor.
Anmak istediğim üçüncü resim, kendi çocukluk fotoğrafından yola çıktığı "Otoportre" adlı çalışması... Ressam, bununla bence hem sergiyi oluşturan temel fikir çevresinde kendi özyaşamını soyunmaya açan sürece işaret ediyor hem de bir sanatçının "pentimento" konusu edilebilecek ilk malzemesinin, kendi özyaşam öyküsü olduğunu düşündürüyor. Sanatta soyunmak ile saklanmak, açıklamak ile korunmak arasındaki ikizlik hallerini akla getiriyor.
Homoerotik resimlerin kendi serüveni içinde düştükleri temel tuzaklardan biri, çoğu kez ressamın kendi yüzünün sevdasına fazla kapılmasıyla giderek sıkıcılaşmaya başlayan narsistik tekrarlardır. Taner Ceylan, erkek gövdesine onca güzelleme yapmasına karşın, imzasını bizden sakladığı gibi, yüzünü de bizden saklıyor; daha doğrusu kendi yüzünü bu resimleri izleyen izleyicilere ödünç veriyor. Onun gördüğü yerden bakmamızı istiyor. Dolayısıyla da, kendi oyununda bir oyuncu olarak, tual üzerinde değil, izleyici ile yan yana galeri zemininde duruyor.
Çıplak erkek gövdelerinin arkasındaki dekorda bir biçimde yer alan çeşitli tabloların eski resim anlayışlarıyla yapılmış olması, ressamın kendi "resmetme" tercihini bize bir kez daha düşündürmek istemesi diye de okunabilir.
Nitekim, önde sigara içen genç bir adamın arkasındaki televizyonda bir "gay porno" filminin oynadığı dördüncü bir resim var ki, genç adam bir fotoğraf olarak yer alırken, ekranda sevişen çiftin kara kalem portre çalışmasına dönüşmüş çizgilerle canlandırılmış olması, bu sergi hakkındaki "okumalarımı" doğruluyor.

Mars Intertainment Group’un Fatoş Yalın yönetiminde "3 ayda 1" yayımladığı "Biz" dergisinin 2. sayısı yayımlandı. Dağıtıma girmeyen, ancak özel adreslere gönderilen seçkin bir dergi bu. Dergi, kapağındaki başlıkta, içeriğini "hayatla ilgili her şey" diye tanımlıyor. 304 sayfalık bir dergi için 15X20,5 gibi bir boyut, ona aynı zamanda bir albüm - kitap havası vererek sempatik kılmış. İçinde kimi yazılar ve söyleşilerin yanı sıra, çok sayıda fotoğrafın yer aldığı bu derginin sayfalarını karıştırmak insana keyif veriyor. Bazı dergilerden çok beğendiğiniz fotoğrafları kesmek, kimi sayfaları koparmak istersiniz ya, işte bu dergide buna gerek olmayacak. Çünkü Türkiye’de daha önce görmediğimiz bir özelliği var derginin: Arka kapağındaki karton cepte dergide yer alan bazı güzel fotoğrafların kartpostalları yer alıyor. Bu sayısında Mick Jagger ve Rolling Stones ile ilgili bir yazı nedeniyle Jagger’ın çok hoş bir gençlik fotoğrafı kartpostal olarak yer alıyor. Derya Bengi, Gökhan Akçura, Ayşegül Sönmez, Sedef Ecer imzalı yazılarla, Beyhan Murphy ile hoş bir söyleşi var.

Bence Selim Cebeci’nin resimlerinin temel konusu, yalnızlık... Büyük kentlerin kalabalığında arada kaynayıp giden yalnızlıkları, anları dondurduğunda görünür kılan bir "gösterme anlayışı" taşıyor. Sanki yaşam akıp giderken yakalayamadıklarımızı bu dondurulmuş anlarda yakalayacakmışız gibi... Doğa dekor olarak kullanıldığında, daha kolay görünüp anlaşılan dünyaya atılmışlığımız, büyük kentlerin kalabalığında, onca gözönünde olduğu halde gözden kaçabiliyor. Aldırışsızca geçip giden zaman, hayatın içindeyken kendi yanılsamasını yaratıyor. Kimi zaman bir gülüşten, bir bakıştan, bir dalgınlıktan oluşan anları dondurduğunuzda "görünür" hale geliyorlar. Belki fotoğraf, bu yüzden hüzünlü bir sanattır. Hızın yanıltıcılığını kırarak, bize zamanın geçiciliğini, insanın yalnızlığını ve ölümü hatırlatır. Günümüzde birçok ressamın fotoğraftan yola çıkması boşuna değil. Cebeci’in insansız resimlerinde daha belli olan ve kolay algılanan bir olgu olarak yalnızlık, kalabalığın bir aradalığından değil de, resimlerin toplamından ortaya çıkıyor.
Ne de olsa kalabalıklar, yalnızlık yanıltır.
Bu sergide yer alan resimlerin bir bölümünü geçen yaz Selim Cebeci’nin yeni taşındığı atölyesinde görmüştüm. Temelde bir önceki sergisinin izini süren, ama daha kesin kararlar almış resimler olduğu izlenimi edinmiştim. Nitekim bir önceki serginin resimlerindeki daha koyu renkler ve gölgeler, bu kez neredeyse vitrin canlılığına bırakmış. Resimlere diriliğini veren şey ise, ne bu kullanılan canlı renkler ne de çevresi kalın çizgilerle belirlenmiş figürlerin kesinliği... Resimler gücünü, ressamın ne yaşamın canlılığından ne yalnızlığın uçsuzluğundan ödün vermeden kurabildiği atmosferden alıyor. Kederiyle baş etmesini bilen serinkanlı fırça darbeleri, hiçbir şeyi abartmadan sakin gözlerle yaşamı istifliyor.
Cebeci, "26/1" adını taşıyan bu sergisinde tamamen Amerika gezisi sırasında çekilmiş fotoğraflardan yola çıkıyor. İlk bakışta, Edward Hopper, David Hockney’de popüler karşılıklarını bulmuş fotoğrafik gerçekliğin iz sürdürücüsü gibi görünse de, kendi özel dünyasını kurmuş bir ressam olarak fotoğrafik olanla güncel bir sanat akımı temsilcisi gibi değil, kendi istediği ölçüde ilişkileniyor. Çizgilerinde steril bir kesinlik kullanmıyor, renklerle çizgilerin birbirine geçtiği bulanık alanlar yaratmaktan çekinmiyor, buna bağlı olarak resmetme tarihinin çeşitli dönemlerine değgin kimi farklı özellikleri kendi resminde buluşturmaktan ve bunlara göndermeler yapmaktan geri durmuyor.
Resimlerinin kompozisyonunda, stüdyo fotoğraflarının konuya odaklanmış "teatralliğini" değil, sokakta çekilmiş fotoğrafların sıradanlığı ve rastlantıyı öne çıkaran dağınık düzenini yeğliyor. Bu yüzden figürlerin, eşyaların ve ayrıntıların yerleştirme düzeni resmin bütününe yayılarak kişiyi, olayı, durumu değil, bizatihi resmin kendisini öne çıkarıyor. Tema, bir konu ve durumdan çok, resmin bütün yüzeyine yayılarak oradan "okunur" hale geliyor. Bu merkezsizleştirilmiş çerçeve anlayışı, böylelikle resmin bütün elemanlarına eşit ağırlık tanımış oluyor. Gene bu bağlamda çok aydınlatılmış resimlerinde kullandığı koyu ton gölgelerle, kimi resimlerde yüzlerin özellikle gölgede bırakılmış olması dikkat çekiyor. Temeldeki yalnızlık duygusunu büyüten bu durum, kişilerin tek tek hikâyelerini saklayarak onları bir kahraman olmaktan alıkoyduğı gibi, sıradan birer anonim kimlik haline gelmelerini de sağlıyor. Konusu her ne kadar "anölar olsa da, an için "özel anlamlar" üretmeyi amaçlamıyor; yüzleri özel olarak ifadelendirmeye çalışmıyor. Yüzler, o anın içinden geçerken nasılsalar, öyleler. Hayat gibi... Bu da resimlere ciddi bir yaşamsallık katıyor. Bilindiği üzere, eski resmin sorunsallarından biri, eski moda tiyatro yönetmenleri gibi figürleri belli aralıklarla seçilmiş olduğunu fazlasıyla düşündüren bir mizansen içine yerleştirmekti. Cebeci’nin resimlerindeyse hayata dağılmış gibi duruyorlar.
Bir önceki sergisindeki gözdelerim "100 M.", "Vitrin", "Ağaç" gibi koyu gölgelerle patlayan renkleri buluşturan resimleriyken, bu sergiden "Let’s Rock", "Geçit", "III 2000", "Bahçe", "Fujiyama" favorilerim.

Ne zamandır görüşemiyorduk, geçende Serdar Ateşer çıktı geldi. Adını, eski Türkbükü’ndeki eski "Shipahoy" kafeden alan, ne yazık ki müzik dinleyicisine yaygın olarak ulaşamamış ilk kasedinin ardından, "Mütareke Yılları" ve "Avdet Seyri" adlı albümlerini çıkarmıştı. Kulaklarınızda mutlaka yer etmiş birçok reklam cıngılının yanı sıra, film müzikleri de yaptı.
Serdar Ateşer nihayet yeni albüm çıkarıyormuş. Bu arada son yılların en önemli müzik firmalarından biri olan Kalan Müzik, Ataşer’in mevcudu bulunmayan bütün albümlerini tekrar basıyormuş.
Serdar Ateşer, benim beş sözümü bestelemişti ve bunlar yıllardır -ama kelimenin tam anlamıyla yıllardır- çekmecelerde duruyordu. Bunlar nihayet bu albümünde yer alacak ve böylelikle müzikseverler onları dinleyebilecekler. "Bu kadar zaman sonra bir şartım var," dedim. Sözleri bana ait olan "Kırılgan", "Tango Adımları", "Güz Defteri", "Soygun", "Sizden Saklı" adlı şarkıların ve bunların çeşitli remikslerinin yer aldığı bir uzunçalar "kara plak" istiyorum.
45’lik ve 33’lük olmak üzere kara plakların benim kuşağımdan müzikseverlerin hayatında özel bir yeri vardır. Nitekim "Avdet Seyri" daha önce sınırlı sayıda basılmış kara plak olarak da çıkmıştı.

Günün birinde "Yaz Mevsimi İçin Çeşitli Aryalar" diye bir seçki yapacak olsam mutlaka kitaba almak isteyeceğim öykülerden biridir "Yaz Gecelerinde Keman".
Daha önce benim "Lal Masallar" ve "Son İstanbul" kitaplarımı Yunancaya çevirmiş olan Stella Hiristidu, Atina’dan aradı. Yunanistan’ın büyük yayınevlerinden biri olan "Kastoniotis" için bir hikâye seçkisi çevirmiş. Kitaba, Pınar Kür’ün öyküsünün adı verilmiş: "Yaz Gecelerinde Keman". Bu öykü yazarın "Bir Deli Ağaç" adlı kitabının içindedir. Bende hâlâ Yazko Yayınları’ndan çıkan ilk baskısı durur. Sonraları daha iyi kâğıt ve daha iyi kapak düzeniyle basılsa da birçok kitabın ilk baskılarını saklarım. Bir kitabın içindekinin bizde bıraktığıyla, bir nesne olarak bizdeki hatırası aynı değildir. Kimi kitapları sonradan okuduğumuzda sevmeyebiliriz ama bir nesne olarak o kitabı sevmeyi sürdürürüz. Bu yüzden birçok kitabın eski ve yeni baskılarını yan yana tutarım.
Yunanistan için Türk kadın yazarlarından yapılan bu öykü seçkisinde, Adalet Ağaoğlu, Ayşe Kulin, Peride Celal, Nursel Duruel, Oya Baydar, Tomris Uyar, Leyla Erbil, Nazlı Eray, Nezihe Meriç, Füruzan ve Pınar Kür’ün öyküleri yer alıyormuş.