Kültür Sanat Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

13.06.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi




Okurlarım, yazarlığımın mutfağına ilişkin daha çok şeyden söz etmemi istiyor. Onlar için cumartesi görüntüleri...
Bir zamandır kendimi hafta sonları Istanbul’a inen dışarlıklı biri gibi hissediyorum. Bazı sabahlar kendi evimde, kendi yatağımda uyandığımda, "Aa, Istanbul’daymışım" diye şaşırmaya başladım.
Geçen cumartesi de öyle oldu. Evimdeydim, kedimin yanında, kitaplarımın, CD’lerimin arasındaydım, ayaklarımı uzatmış, kahvemi içiyor, gözde dj’lerimden Paul Oakenfold’un "Global Underground" dizisinde yayınlanan Oslo’daki konserinin canlı kaydını dinliyor, Pişo’nun başını kaşıyordum.
Mutluluk bu da değilse, ne peki?
Önce, Timuçin Unan elinde bir dosyayla çıkageldi. Daha önce "Doğduğum Yüzyıla Veda" ve "Üç Aynalı Kırk Oda" adlı kitaplarımın kapaklarını yapan grafik sanatçısı Unan, çoğunuzun anımsayacağı gibi, "İyi Şeyler" ve "Kaf" yayınları için yaptığı birbirinden ilginç kapak tasarımlarıyla beğenilmiş, intihar ettiğini bildiğimiz Puşkin’in bir kitabı için kitap kapağının üstünde gerçek kurşun delikleri açtırmıştı.
Timuçin Unan’ın dosyasında, ilk üçü aralık ayında yayımlanacak olan on kitaplık "Murathan Mungan Okuma Kitabı" dizisinin kapak seçenekleri vardı. Yıllardır gündemimde olan ama her yıl bir biçimde ertelediğim bu proje için dördüncü kez bir araya geliyor, dizinin ruhunu, her biri ayrı bir bağlamda oluşturulan kitapların içerik tasarımını, dizi mantığının kapaklar yoluyla birbirine nasıl bağlanacağını konuşuyoruz. Çünkü, bu kitaplar hem bir dizinin halkası, hem birbirlerine pek de benzemiyorlar. Benim "Kitap yapmak" dediğim şeye birer örnek aslında.
Bu her seferinde böyle olur. Sadık Karamustafa’dan Pınar Kazma’ya varana dek kiminle çalışsam, yoğun bir işbirliği içinde olmak, kendi heyecanımı karşı tarafa bulaştırmak, karşı tarafın heyecanından, bilgisinden yararlanmak isterim. Gittiğimiz şehirlerde - Konya’ya kent demek içimden gelmiyor. Benim için "beş şehiröden biri o. - kitap kapaklarımla ilgili sevindirici sorular alıyorum. Hiçbir emeğin kaybolmadığını, bir yerlerde "bilindiğini" bilmek insana iyi geliyor. Grafik sanatçıları kitabın "nesne" kimliğini inşa ederler. Bu yüzden yazarlığımın farklı yüzleri ve farklı bağlamlandırmalar için farklı kişilerle çalışmayı yeğlerim.
Sonra Barbaros Altuğ ve Naim Dilmener geliyorlar, kapaklar onlara da gösteriliyor, hepimiz dizi sürekliliğini, yazarlığımdaki izlek döngüselliğini en iyi biçimde ifade eden en yalın kapakta buluşuyoruz. İkinci adayımız, bir dizi için değil ama belki tek bir kitap için ilerde kullanılmak üzere kenara ayrılıyor.
Okurlarımın önemli bir bölümü yazarlığımın mutfağına ilişkin daha çok şeyden söz etmemi istiyor. Bilmem bu cumartesi görüntüleri hoşunuza gitti mi?
Timuçin Unan şu sıralar, Everest Yayınları’na geçen Buket Uzuner için de bir dizi kapak ve afiş tasarımı hazırlıyormuş.

Hayat atölyesi
Konya’da ilk kez buluşuyorum okurla. "Umut" kitabevinde ışıl ışıl, heyecan verici bir kalabalık karşılıyor beni. Hiç tanımadığın insanların hayatında nasıl bir yer kapladığını görmek, bilmek, her seferinde gene de önceden hiç tanımadığım taptaze bir duyguymuş gibi yakalıyor insanı. Kimi durumlarda gözlerimi kaçırmam, boğazımı temizlemem içimden taştı taşacak duyguları saklamak için.
Umut Kitabevi’nin sahibi fotoğraflar çeken, öyküler yazan Zeki Oğuz, kitaplarını imzalayıp veriyor bize. Yılmaz Güney’in Konya’daki sürgün günlerine ilişkin anıların konu edildiği "Dolavlı Yılmaz Güney" kitabının kapağındaki bana hüzün veren resme dalıp gidiyorum. Çocukluğu taşrada geçenlere Yılmaz Güney’in ne ifade ettiğini iyi bilirim.
Mardinli bir okurum, bana Mardin fotoğrafları armağan ediyor. Birini üstte görüyorsunuz.
Selçuk Üniversitesi’nin öğrencileri üniversite yönetimiyle ilgili şikayetlerini dile getiriyorlar. Yönetimin fazla hoşgörülü davrandıkları MHP’li öğrencilerin okulda ciddi baskı uyguladıklarını söylüyorlar. Şehirde yaygın biçimde söylenense, yönetimin bu konuda pasif ve miskin olduğu.
Akşamüstü, Selçuk Üniversitesi’nin konuğu olarak üniversitede bir söyleşi yapıyorum. Bütün bu izlenim ve gözlemlerimi belki ilerde daha kapsayıcı ve kuşatıcı bir yazıda ele alırım.

Otel seven, otellere pek meraklı biriyimdir. "Otelde Bulunmuş Kitap" adlı seçkim yayımlandığında, bu sevgi ve merakımın boyutları hakkında bilgi sahibi olacaksınız.
Türkiye’nin birçok güzel otelinde kaldım ama Konya Hilton birçoğuna ciddi fark atıyor. İnsana Sam Shepard, Wim Wenders, Jim Jarmusch duygusu veriyor diyeceğim neredeyse. Çölde bir gökdelen gibi. Şehrin hayli dışında, çevresinde henüz hiçbir şey yok, uçsuzluğun ortasında cam ve çelik bir kule gibi göğe uzanıyor. Üçgen prizma biçimde bir yapı olduğu için, farklı açılardan farklı görünüyor. Gerçi hemen yanı başındaki zincirleme inşaat dizisi, pek yakında buraların dolacağını, otelin bu mağrur yalnızlığının çok sürmeyeceğini söylüyor.
Bu arada, biz mutlaka yabancılar yapmıştır sanırken, pek bayıldığımız otelin iç dekorasyonunu, iki İzmirli mimarın yaptığını öğreniyor ama maalesef adlarını öğrenemiyoruz. Kime sorsak bilmiyor. Kapı numaralarının yazılı bulunduğu şeffaf plakalardan, halı döşemelerine, oturma gruplarından, yatak yastıklarına, bar ışıklandırmasından banyo aksesuvarlarına varana dek her şey ince bir beğeninin, serin bir zevkin, seçkin bir sadeliğin ürünü. Girişteki karşılıklı konumlandırılmış Selçuki kapılar başka bir yapılandırmada zevksiz ve ucuz kaçabilecekken, çok şık çözümlenmiş, cam ve seramikle çok güzel ilişkilendirilmiş. Ayrıca lobideki o kıpkırmızı koltuklara da bayıldım. Gerçekten kutlarım. Bu arada eminim sonradan asılmış olduğu için, onlar da bilmiyorlardır: Odalara asılmış yöresel çizgiler taşıyan duvar tabloları iğrenç, feci kötülükte. Danışmanım Barbaros Altuğ, Londra ve Paris Hiltonlarından çok çok daha iyi bir Hilton’la karşı karşıya olduğumuzu söylüyor.
Sonuç: Otel eleştirmeni olmak istiyorum.

Hayat atölyesi
Şu koca tiyatro festivalinde hiçbir şey seyredemezken, Derya Alabora ile Şerif Erol’un Tünel’deki sokak ortasındaki seyirlik kavgasına denk geldim. Her gün İstanbul’un bir yerinde iki kişinin kavgası üzerine kurulu bir sokak tiyatrosu örneği olan bu kavgalar, sokağa ayrı bir şenlik katıyor. Bilerek gelenlerin dışında, seyircisini yoldan geçenlerin oluşturduğu kıran kırana bir kavgayı, genelde insanlar gülen yüzlerle seyrediyordu. Kavga ayırmayı sevmeyen bir millet olduğumuzdan tabii kimse karışmayıp gevrek gevrek seyretti. Ben, yanlarına dek sokulup, beton gibi bir yüzle ikisinin arasında duran arabanın pencerelerinden içeri bakarak, oyuna katılmayı düşündüysem de, bu katılımcı seyirci rolümün genelde anlaşılmayacağını düşünerek vazgeçtim. Bizler "şöhret engelli" seyircileriz, öyle her aklımıza geleni yapamayız.
Bu arada insan, Derya Alabora’nın kavgasını seyrederken Uğur Yücel’e acıyor doğrusu.

Bu kahvenin adını Sevda Ferdağ koymuş. Bizler de kullanıyoruz.
Naim, Barbaros, Bilal ile Mezar Kahve’de buluşup üst üste kahve içiyoruz. O sırada "Elele" dergisinden Hülya Vatansever, yanında Emine Çaykara ile yan masaya geliyor. Çaykara ile ilk kez karşılaşıyor, geçen hafta ondan aldığım bir e - posta üzerine konuşuyoruz. Çaykara’nın, Mehmet Abut ile yaptığı uzun söyleşi kitabı "Melek Annem ve Ben"i keyif ve hüzünle okumuştum. Geçen haftalarda bu sayfada Muhibbbe Darga üzerine yazdığım yazı üzerine beni aramıştı. Bu kez de Muhibbe Darga ile ilgili uzun bir söyleşi kitabı çıkartıyormuş. Bildiğiniz gibi Çaykara’nın Oktay Sinanoğlu ile de bir söyleşi kitabı var; sözlü tarih üzerine kendine özgün bir yatak açtığını düşünüyorum. Şu gürültülü günler dindiğinde ilk fırsatta Muhibbe Darga ile tanışmak üzere onu arayacağımı söylüyorum.
O gün daha sonra kitapçıları, kahveleri geziyor, birçok insanla karşılaşıyorum. Güzel bir gün geçirdiğimi, iyi yürekli dostlarımın, beni seven okurlarımın olduğunu düşünüyor, içim aydınlıkla dolu uyuyorum.

"Tavanarası" yeni bir yayınevi. İlkin, Mario Benedetti’nin "Mola" romanını görmüştüm raflarda. Dinlendirici, huzur verici kapağıyla ilgimi çekmişti. Siyah - beyaz ağaçlar, küllü bir gökyüzü, bir bankta sırtüstü uzanmış bir adam... İnsanda erinç uyandıran, sayfalarına çağıran dingin bir fotoğraf... Geçenlerde Serhan Ada, Radikal’deki gökyüzünde bir noktaya baktığı köşesinde yazar ve kitapla ilgili bilgilendirici, hoş bir tanıtım yazısı yazdı.
Dilek Başak yönetimindeki Tavanarası’nın ardı ardına gelen diğer kitapları şunlar: Michele Desbordes’un "İstek"i, Giorgio Manganelli’nin "Yüz küçük ırmak roman" alt başlıklı "Centuria"sı. Bu kitap Italo Calvino’nun önsözüyle sunuluyor. Calvino adı, elbette adı az bilinen bir yazar için önemli bir referans. Türkçede Sema Rifat’ın güven verici çevirisiyle sunulan, öteden beri merak ettiğim bu kitaba bu yüzden özel bir ilgiyle başladım. Yayınevinin "Persona" altbaşlıklı dizisindeyse Nancy - Qualls - Corbett’nin "Kutsal Fahişe", James Hollis’in "Cennet Projesi" gibi kuramsal kitaplar yer alıyor.
Bu arada çevirmen Sema Rifat, Varlık dergisinin haziran sayısında, "Çevirmenleri Anlatıyor" bölümünde Manganelli ve "Centuria" hakkında bilgilendirici bir yazı yazmış. Dikkatinizden kaçmasın, derim.

Bu ay "Vizyon", "Elele", "L’Officiel" dergilerinde söyleşilerim yayımlandı. Yeniden yayımına başlanan "L’Officiel" dergisinin yeni halini, bu söyleşi nedeniyle gördüm. "Söz" gazetesinde birlikte çalıştığım sıralardan tanıdığım Fatoş Erbil’in yönetiminde çıkıyor. Şair ve yazar arkadaşım Halil Gökhan ile de bu nedenle tanıştık. Eğlenceli bir izlenim - söyleşi olmuş. Bu kitapla "En İyi Kadın Oyuncu Oscarı" almak istediğimi söylemiştim. Manşet olmuş.
Mizanpajından fotoğraf seçimine varana dek incelikli, serin, ayrıntıları dengeli kullanan çok şık bir dergi "L’Officiel". Epeydir görmediğim ve özlediğim Fatoş Erbil’i, yayın koordinatörü Aynil Y. Çolakoğlu’nu ve arkadaşlarını kutlarım.
"Vizyon" dergisindeki söyleşim de yirmi yıllık arkadaşım Hülya Ekşigil ile tam bir arkadaş muhabbeti! Fotoğraflarımı da görmenizi isterim.

Birbirinden ilginç kitabı ve diziyi, epey mahçup bir halde, neredeyse gizlice basıp dağıtan Dost Kitabevi Yayınları, birinci hamur kuşe kağıda basılı nefis bir "Art Book" dizisi yayımlıyor. Michelangelo’dan Bosch’a varana dek dünya resminin birçok temel adının yer aldığı, genel anlamda yararlı, bilgilendirici, her kitaplıkta mutlaka bulunması gereken ansiklopedik değere sahip dizilerden biri bu.
Bu arada Amerikan edebiyatının güçlü ve ilginç adı Dan DeLillo’nun "Beyaz Gürültü"süne kayıtsız kalmayın.
Polisiyeseverler içinse Henning Mankel yeni bir ad. İsveçli. İsveç polisiyelerine özel bir sevgim olduğu için, ayrıca ilgimi çeken bir ad. Şu an elimdeki kitabı, 2000’de İngiltere’de Altın Hançer Ödülü alan "Yanlış Yol" adlı romanı.

Geçen hafta Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği 2. Kültür Sanat Festivali’ne katılmak üzere Diyarbakır’a gittim. Mahşeri bir kalabalık karşısında söz almanın borcunu ve gücünü anlatmak kolay değil. Verdiğim her imzada kalbimin mürekkebi var.
Radikal gazetesi, Oray Eğin’i beni festivalde izlemek ve memleketim olan Mardin’de bir söyleşi yapmak için görevlendirmişti. Onunla birlikte yolculuk ettik. Bu cumartesi ve pazar, Oray Eğin Radikal’de anlatacak, bense haftaya...