Kültür Sanat Her şeye burnunu sokan gazeteci

Her şeye burnunu sokan gazeteci

03.05.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Her şeye burnunu sokan gazeteci

Her şeye burnunu sokan gazeteci


Kulis / AYÇA ATİKOĞLU


       Ryszard Kapuscinski, dünyanın en önemli dış haberler muhabiri kabul ediliyor. John Le Carre, onun için “Allah tarafından özel olarak gönderilmiş" diyor. Birçok gazeteci için ona dokunabilmek, onunla görüşmek bir düş. Genellikle azgelişmiş bölgeleri dolaşıyor ve oraları yazıyor. Kitapları hep dünya listelerinde best seller oluyor. Bizde “Futbol Savaşları" adlı kitabı Üçüncü baskısını yaptı. Bunlara bu ay bir yenisi eklenecek: “Africa." Kitap 24 ülkede aynı anda çıkacak.
       Ryszard Kapuscinski, 1956 yılında gazeteciliğe başlayınca soluğu hemen Hindistan, Pakistan ve Afganistan’da almış. Herkes Batı’ya giderken o Doğu’yu seçmiş. Dünya basını ona “burun" adını takmış. Otuz altı devlet darbesi gören tek muhabir o, 15 - 20 satır ile bir olayı anlatabiliyor ve bu satırlar dünyayı dolaşıyor. Sık sık Time’da yazıları çıkıyor ve 1981’den beri free lance olarak çalışıyor, kitap yazıyor. Kapuscinski, herkesten farklı olarak “büyük roman"ın çok gezilerek yazılacağına inanıyor. “Beynimi ve düşüncelerimi pisletiyor" diyerek bilgisayar kullanmayı reddediyor, el ile yazıyor. Son yıllarda Afrika’yı mesken edinmiş. “Sessizce ölen bu kıtayı yazıyorum çünkü insanlık Afrika’yı kavramına sokamadı" diyor. Tam 40 yıldır hazırladığı bir fotoğraf albümü var, onu da şimdilerde piyasaya çıkarmaya hazırlanıyor. Kurtuluşun tüm dünyada sivil örgütler sayesinde olabileceğini savunuyor.
       Peki bunca serüvene nasıl dayanmış, hiç korkmamış mı? Korkmuş, hem de çok. Örneğin, Karmal darbesinde, havaalanına kadar ulaşabilmek için Aeroflot pilotu kıyafetine bürünmüş ve bir limuzin tutmuş. Polonyalı gazeteci eleştirmenlerin kendisinden bir büyük roman beklemesine dudak büküyor ama yazar olarak en çok Marquez, Malaparte, Hemingway, Moravia gibi bir zamanlar muhabir olanları seviyor.
       Kapuscinski, internet gazeteciliğinden ise hiç hoşlanmıyor: “İnternetten bilgi alabilirsiniz ama gazetecilik yapamazsınız. Bence 2000 yılının gazeteciliği röportaj olacak, çünkü duyguları aktaracak." diyor.
       Uzun yıllar Amerikan gazeteleri için çalışmış ama artık istemiyor, “Gazeteler bankaya döndü. Herkes bilgisayarının önünde oturuyor." diye açıklıyor. Ünlü gazeteciyi hayal kırıklığına uğratmayan tek gazete ise New Yorker ‘mış..
       Varşova’da kitaplarla dolu çatı katını çulsuz bir gazeteci arkadaşına veren Ryszard Kapuscinski’yi uzun uzun yazmamın sebebi, salt bu yaşlı kel’in gazeteciliğini çok sevmiş olmamdan, yeni bir kitap ve fotoğraf albümünü çıkaracak olmasından değil. Dünyanın bizden, bizim dünyadan bihaber olup yine de kasım kasım kasılıp, övünebildiğimiz için çatlamamdan dolayı. Kim bilir belki de çöplükte öttüğümüz için böyleyiz, çayır çimende ötebilsek belki biz de hoş ve normal olabilirdik.

Yeraltında, fotokopi sergi

       Karaköy’de Bankalar Caddesi’nin girişindeki köşede yer alıyor Kasa Galeri. Yeraltında konuşlanan bu galeri Sabancı Üniversitesi’ne bağlı. Geçtiğimiz hafta Hasan Bülent Kahraman’ın küratörlüğünü yaptığı bir sergi açıldı burada. Serginin davetiyesinde Hasan Bülent’in kırmızı kalemi Rönesans’tan günümüze çok önemli isimleri işaret ediyor: Wojnarowic, Picasso, Matisse, Montegna, Leonardo, Michelangelo, Dürer, Gericault, Cezanne, Salle., Bourgeois, Basquiat vd. Bu isimler ülkemizde, ilk kez boy gösteriyorlar. Ne var ki bu yapıtlar sergide orijinalleriyle değil, fotokopileriyle yer alıyorlar.
       Fotokopi gibi anarşist bir maddeden dolayı, aslında her şeyin denenmiş, yapılmış olmasından dolayı, bilgilerin sınanması gerektiğinden dolayı ve gerçeğin epeydir ortadan kalktığını kafamıza vurmasıyla düşündürücü bir sergi bu.
       Nedir sanat? Tanrısallık, erişilmezlik boyutunun en uç noktası mı?
       Bir zamanlar öyle olduğu kesin de (o senfonik müzikler, yüce besteler, ilahi resimler) hâlâ öyle mi? Bence Tanrı artık mesajını büyük sanatçılarla yollamıyor. Duchamp da zaten bunu belirtmek için asmadı mı pisuvarı duvara? Peki gerçek nerede? Sınıf savaşında mı, kozmik kimliğimizde mi? Her şeyin aslında taklit olduğunu kabul etmekte gecikmedik mi?
       Hasan Bülent, bu aşamada sözü Baudrillard’a bırakıyor: “Artık taklit de öldü. Zaten insanlar artık doğayı taklit etmiyor. Önceden üretilmiş bir nesneyi taklit ediyorlar."
       Durum bu olunca da gün aslında fotokopinin günü oluyor. Yani isterseniz yırtabilirsiniz bile bu sanat yapıtlarını, bir dakika sonra fotokopide yenisi çıkacak nasıl olsa.

Bir N.B. Ceylan tavrı

       Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin gedikli bir eleştirmeni vardır: Dr. Giacomo Martini. Dokuz yıldır gelir ama ben bu yıl tanışabildim.
       Giacomo tipik bir Avrupalı 68’li, (Allah’tan diğer dünyalılar bizim kadar hızla değişmiyor, onları bildik, tanıdık, sevdiğimiz hallerinde bulabiliyoruz) her türlü azınlık hakkını savunuyor, Amerikan emperyalizmine müthiş gıcık kapıyor, cep telefonu taşımıyor, azgelişmiş ülkelere ilgi duyuyor ama bu ülkelerin azgelişmiş zenginlerine tahammülü yok, falan. Giacomo bu yıl Festival’de bir tek Angelopoulos’un filmlerini beğenmiş. Türk filmleri arasında ise “Mayıs Sıkıntısıönı sevmiş. Ne var ki Nuri Bilge Ceylan’ın tavrından pek haz etmemiş.
       “Mayıs Sıkıntısıönı uluslararası bir festivale davet etmek istemiş ama Nuri Bilge Ceylan pek oralı olmamış. Ceylan’ın tavrının sebebini bilemem ama “Avrupa" denilince suyu görmüş şeker cıvıklığıyla atlanmasından o kadar hoşlanmıyorum ki, bu soğukluk hoşuma gitti doğrusu.