Kültür Sanat "Romanda tarihe sadığım"

"Romanda tarihe sadığım"

19.12.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

"Romanda tarihe sadığım"

Romanda tarihe sadığım





Romanda tarihe sadığım
Tek ayıbım çok satmak" demişsiniz. Çok okunmak, ‘sistemle barışık, hatta onu yeniden üreten bir kitle’nin beğenisine hitap etmek anlamına mı gelir; yoksa çok okunan yazar hâlâ edebiyatı bir etki alanı olarak kullanabilir mi?
Çok okunmaktan hiçbir yazar rahatsız olmasın. Zaten okutabilmek için yazıyor! Fakat kitap, ‘çok iyi satsın’ kaygılarıyla yazılmaz. Ben, bir yazarın "Şu konuyu yazayım da çok satsın," gibi bir motivasyonla yazmayı başarabileceğini düşünemiyorum. Çok satmanın, kitabı edebi açıdan değerlendirmek için bir ölçüt olduğuna inanmıyorum. Biyografik anlatı bir hayatı aktarma biçimidir. Sistemle hiç ilgisi yok. Bilakis, yazdığım kitaplar eğer okunsaydı, sistemin sorunlarına kafa kaldıran bir yazar olduğum görülürdü. Ancak ne yazık ki edebiyatçıların hakkımda ne düşündüklerini, beni bir edebiyat insanı olarak kabul edip etmediklerini öğrenme şansım yok. Çünkü yazmıyorlar!

Kitaplarınız sinema vaat ediyor ama filmleşmediler. Neden?
Yazmaya başlamadan önce filmci olarak çalıştığım içindir belki de... Açıkçası ben de fazla düşmedim peşine. "Köprü" hariç. Onun film olmasını çok istedim. Doğu’ya bir hizmet yapacağını düşündüm. Oradaki insanlara sevgim, "Köprü"yü en sevdiğim kitabım yaptı.

Türk edebiyatında ‘biyografik anlatı - roman’ denince ilk akla gelen isimlerden biri olarak kalacak mısınız?
Karar verdim ki Türkiye biyografi yazarlarına hazır değil. Bezdim. Benim gibi vurdumduymaz olmayan biri çok üzülüyor! "Aylin"i yazdım ve bir sürü teknik sorunlarım çıktı. Romanı bir geçim kapısı olarak gören insanlar türeyiverdi. Onlarla halen uğraşıyorum. Kazandığım para da avukatlara gitti yani! "Füreya"nın çok iyi bir kitap olduğuna inanıyorum. Füreya’ya ait ne varsa kitabıma aldım. Ki aktarılan da Füreya’nın kendi sesiyle doldurduğu 12 kasettendir. Ama işte en akla gelmedik şeylerden dolayı problemler çıkıyor. "Makarna yemiş pilav yazmışsın, vay efendim ben böyle mi söyledim" diye kızan insanlar buldum karşımda. Şaşırdım kaldım.

Yazarken ‘gerçek’ size ne ifade ediyor?
Romanda gerçeklere sadık kalmak lazım diye bir şey yok! Yazar ne kadar isterse o kadar uçar! Roman bu, kurgu ile yapılan bir sanat. Mahkeme tutanağı değil ki! "Sevdalinka" ile başladığım bir şey var. Yazmak için gerçek bir hikâye aldığım zaman kurguluyor ama yaşanan olayları hiç dokunmadan olduğu gibi kullanıyorum. Abartmıyor, yandaş olmuyorum. Romancı olarak tarihi kullanırken tarihe sadık kalmayı tercih ediyorum.

Romanda, II. Dünya Savaşı sırasında yüzlerce Yahudiyi Nazi zulmünden kurtaran Türk diplomatların hikâyesini, merkeze koyduğunuz ‘Müslüman kız Musevi delikanlı’ aşkı ekseninde anlatıyorsunuz.
"Nefes Nefese" de gerçek bir öykü. Hakikaten insanları trene bindirmişler, bu tarafa kaçırmışlar. 300 - 400 kişi... Dört sefer yapılmış, ben birini, ilkini anlatıyorum. Türk diplomatların, o alevin içine dalışı... Tabii devlet de arkalarında. Behiç Erkin adındaki sefirin tutumu çok önemli. Atatürk’ün çok yakın arkadaşlarından biri ve soykırım gibi bir insanlık dramını kabul etmiyor. Türk asıllı olma şartı aramadan, "Birkaç kelime Türkçe öğrenin gelin bizi ikna edin geçiş belgesi verelim," diyorlar. Bu dönemde çok hayran olduğum bir tutum daha var. O da İnönü’nün, o dünya konjonktürü içinde, Türkiye’yi hiçbir tarafa yandaş veya düşman etmemeyi başarmış olması. Dikkat ederseniz herkes faşist, işgal altında olmayan yerlerdeyse işbirlikçi hükümetler var. Oysa İnönü hiçbir talebe karşılık vermemiş. Müthiş bir diplomasi becerisi!

Romana bu diplomatik ortamı nasıl aktardınız?
Diplomat toplantılarında not tutan küçük memurlar olurmuş. O arşivleri kullandım.

Türkiye Cumhuriyeti’nin azınlık politikası her zaman eleştirildi. Romandaysa belirgin bir ‘azınlık’ sempatisi aktarmışsınız.
Türk milleti olarak Kürtlere, Ermenilere, Musevilere, Rumlara yaptığımız kötülüklerle tanınıyoruz. Bu kitap Türk milletinin gizli kalmış ‘iyi’liğine bir methiye değil, tarihi bir gerçek. Sadece kendisi kadar. Azınlık sorunları bence bu toplum açısından türbandan çok daha önemli bir konu ve ben her zaman ‘azınlık’ olmak, toplumda ‘diğeri’ ve kadının hırpalanması üzerine yazdım. Devam da edeceğim.

Romandaki Fazıl Reşat Paşa karakteri üzerinden romandaki ‘iyi’ ve ‘kötü’yü açabilir miyiz?
İyi ve kötü, siyah ve beyaz olarak algılanıyor. Oysa orada bir paşanın kişiliğinde, iki arada bir derede kalmış bir insanı yansıtmak istedim. Aydın bir Osmanlı olarak yaşadığı Cumhuriyet’e intibak edemiyor. Kızının bir gayrimüslimle evliliğine şiddetle karşı çıkıyor. Kafasında sorular var. Ahdıvefadan dolayı hâlâ padişah özlemi çekiyor. Fazıl Reşat karakterinde anneannemin babasını yansıtmaya çalıştım. Paşa kızı Selva’yı da anneannemin kız kardeşinden esinlenerek yarattım. Benzer bir aşk benim ailemde de yaşandı.

Macit - Sabiha karakterleri nereye denk düşüyor?
Ankara’daki diplomasi başarısını aktarabilmek için bunun içinden geçen karakterler olarak kurguladım onları. Sabiha ile savaş sıkıntısı yaşayan bir şehirde, şehirli bir kadını vermek istedim.

Romanda Müslüman kız ve Musevi delikanlı evleniyor; aile şerrinden kaçarak Fransa’ya yerleşiyorlar...
Bu romanı yazarkenki çıkış noktam diplomatları anlatmaktı. Bu kurtarma kurgusu için de, Marsilya ve Paris’ten insanlara ihtiyacım vardı. Selva ve Rafael bu işe yaradı. Netice itibariyle ise romanda aşk kazandı.

Ayşe Kulin
360s.
Remzi Kitabevi
Fiyatı: 12.500.000TL.