Geri Dön
Sezer Bildiren'in kısa filmleri neden mutlaka izlenmeli?

Sezer Bildiren'in kısa filmleri neden mutlaka izlenmeli?

Bir asrı aşkın süredir kısa filmler var hayatımızda. Peki biz yeteri kadar değer ve önem veriyor muyuz onu sorgulamak lazım. O halde size Sezer Bildiren’in çok güzel iki kısa filmini anlatayım. Kısa süreler doğru değerlendirildiğinde neler oluyormuş bakalım...

İrem Küçükçongar
İrem Küçükçongar

Livaneli der ki "Algıları bu kadar güçlü olan insanlar, daha çocukluktan, ne yapmaları gerektiğine karar veriyorlar. Ya veremeyenler? Hiçbir konuya çok fazla eğilim duymayıp da ortalıkta gezinenler? İnsanlığın ezici çoğunluğunu oluşturan bu kişiler, rastlantılarla bazı mesleklere itiliyor ya da bir ömür boyu ne yapmaları gerektiğini düşünüp duruyorlar."

Haberin Devamı

Bir asrı aşkın süredir kısa filmler var hayatımızda. Peki biz yeteri kadar değer ve önem veriyor muyuz onu sorgulamak lazım. Uzun metrajlara nazaran kısa süreli filmlere mesajı vermek için daha büyük bir görev düşüyor. Sanırım 'Bıyık’ kısa filmini hepimiz biliyoruz. Bu film beni oldukça etkilemişti. Filmi sessizlik eşliğinde izlediğinizden Chaplin’le bağlantı kurmanız gerekirken bir şekilde Hitler’de kendinizi buluyorsunuz. Chaplin, Hitler gibi nesillerce ismini unutturmayan insanlardan bahsediyorum evet, bu tarihi kişiliklerden. Bu kişilikleri hayatınızdan birkaç dakika ayırarak anlayabilmek sizce mümkün mü? Bence mümkün. O halde size Sezer Bildiren’in çok güzel iki filmini anlatayım. Kısa süreler doğru değerlendirildiğinde neler oluyormuş bakalım.

Haberin Devamı

'Kenger'de ne anlatılıyor?

'Kenger' filmini bana ilk izlettiklerinde Sezer Bildiren umutsuz bir tavırla suratıma bakıyor ve ne anladığımı anlatmamı bekliyordu. Kendisinin minimal olarak tarif ettiği ama benim açık yüreklilikle hiçbir şeyle her şeyi anlatmak diyebileceğim bu film genel bir kitle tarafından pek anlaşılmamıştı. Biz sanırım açık seçik önümüze koysunlar biz de bakıp öğrenelim tavrına alışkın olduğumuz için düşünme ihtiyacı gütmüyor “Ne boş yaptın be kardeşim” demekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Bu vaziyetin getirmiş olduğu sonuç da iyi işler yapan insanları bazen kötü etkileyebiliyor.

'Kenger' adıyla bir bitkide yetişen sakızları bir baba ve kızının toplama hikâyesine beş dakika süreyle tanık oluyoruz. Ortada süregelen bir alt sınıf mücadelesi var. Bu para kazanma telaşı çeşitli etkenlerle küçük kız çocuğunu da içine çekmiş. Aslında hep bildiğimiz ve bir şekilde görmezden geldiğimiz bir hikâye bu. Kahkahalarla oyun oynarken düşen bir çocukla aynı zamanda farklı yerlerde tarlada çalışırken elini kanatan bir çocuğun hayatı… Akan kan aynı, gözyaşları aynı, gülümsemeleri aynı fakat büyümesi farklı yaşamlar bunlar.

Yolculuk...

Yazı yazarken bile her zaman koşuyormuşum gibi hissederim kendimi. Büyümek olgunlaşmak gibi yüklemler hayatımı tümüyle etkileyen faktörler oluşturmaya ve beni şekillendirmeye başladığında geriye dönüp nereye kadar koştuğumu bile fark edemem. Bazen geldiğim yerden yorulur geri dönmek isterim ama zaman hep ileri akar. Bir tramvay yolcuğuna benzer hayatın içinde gitmek. Ama kendinizden daha ihtiyar birini görüp yer vermek yardım etmekten daha ötede olaylara mal olur. Siz olgunlaştıkça üslubunuzdaki olmuşluk hissi de artar. Tramvayda ihtiyar birine yer vermeniz de bu olayın tıpatıp aynısıdır. Gençliğiniz kalkar, yaşlılığınız oturur koltuğa sabırlı ve sakin yazmaya devam eder. Koltukta hangi vaziyetinizin oturduğu nasıl yolculuk ettiği sizi ilgilendirmez. Bildiğiniz tek şey her zaman gittiğiniz olur.

Haberin Devamı

'Çocuk' hakkında

Filmdeki yolculuk benim tramvay yolculuğumdan çok ayrışmış, aslında. Açıkçası çocuk yaşamayı farklı öğrenmek zorunda kalmış, ne hayatı biliyor ne de hayatın içinde koşmayı. Küçük kızın çok büyük bir yolculuğu var yani yaşanmışlığının yorgunluğunda. Bu ilerleyişin içinde camdan dışarıda gördüğü tarlaları ezbere çocuk, tahayyüllerini minibüsün sarsıntısına asıp saatlerinin tükenmişliğiyle gözlerini kapatıyor. Bu kapanış kocaman bir sükun filmde, sanki çocuk hiç yokmuş ya da o olmazsa hiçbir şey olmazmış gibi. Ayrıca bu sahnenin vurucu bir özelliği var. Uykusunun hemen başında yüzüne güneş ışığı vurmaya başlıyor çocuğun. Küçük bir parselle bize kapısını açan güneş sanki çocuğu da umut dolu rüyaların kucağına bırakıveriyor. Umarım hepimiz bir gün yorgun olduğundan hayal kuramayan çocukların ellerinden tutup güneşleri oluruz. Onların sessizliğindeki çığlıkları dile getirir, ait olmak zorunda bırakmayız minik ellerini büyük işlere. Çocuklara ses veren, yaşama hevesinden ziyade yaşayabilmenin bile belirli zamanlarda lüks olduğunu bize anlatan bu film beraberinde Altın Boğa ödülünü getirdi.

Haberin Devamı

Ölmek...

İnsanlar doğaları gereği sahip oldukları sağduyuyla ölüler ve ölümler hakkında bir arayış içine girmişlerdir. Sevdikleri insanların öylece yok olup gitmelerini, sindirilmelerini veya bir ormanın içinde hayvanlarca parçalandığını görmek istememişlerdir muhtemelen. En eski zamanlarda ortalıkta duran cesetlerin başına ne geldiğini fark etmiş ve görüntüden ürkmüş olacaklar ki onları koruma ortadan kaldırıp hala var olduklarını hissetme yolunu seçmişlerdir. Psikolojik açıdan bu içgüdü açıklanamaz değildir. Bir yerlerde yeniden doğacaklarına gerek dinlerle gerek reenkarnasyonla katılmış bu konuların üzerine katmış kendi içlerini de rahatlatmışlardır. Zamanında piramitler gibi büyük mezarlar inşa etmişler, mumyalama yollarına girmişler, birer tutam saçından veya sakalından alarak bunları taşıyabilecekleri bir takı haline getirmiş, sevdiklerini mücevher yapmışlardır. Çünkü birini yokken sevmek ona karşı umutsuz bir ilgiyi besler. Geri gelemeyeceğini onu asla bir daha hissedemeyeceğini düşünmek insanı derinden etkileyerek yaralara mal olur. Düşünsel bir boyutta acı çekmekse fiziksel tüm acılara nazaran insanın direncini en çok kıran şeydir. Yani insanlar kendilerini koruma ve bununla yüzleşmek istememe güdüsünden uzaklaşmadan hem kabullenme hem de kabullenmeme arasında bir yerlerde ölülere sahip çıkmış ölümleri de reddetmişlerdir. Yitip gitmeye anlam katmaya çalışmaktır çünkü; mezarlar, tabutlar, şehitler. Herkes asla ölünmediğine ölünce inanmak ister.

Haberin Devamı

'İnanç' filmi...

Sezer Bildirenin kısa filmleri neden mutlaka izlenmeli

Peki, eğer koşullarınız gereği yasını tutmaya vakit bulamadan en değerli varlığınızı uzaklara götürüp gömmek zorunda kalırsanız ne yaparsınız? Filmdeki İnanç karakterinin çaresizliğinden ötürü sakin kalmasına tanıklık ettikçe içim parçalandı. Sanıyorum ki alışılmış duygusuzluk, en fevri duygu feryadından daha kötü.

“Benim mezarım olmasın, evlat. Üstünde bir mezar taşım olmasın, bulmasınlar beni.” Bu cümleyi filmi izlerken duydum. Bir süre filmi durdurdum. Düşünmem gerektiğini hissettim. Ben öldükten sonra unutulmak istemediğim için bu dünyada yerini belli eden işler yapma hevesine girmiştim. Öyle hayatlar varmış ki öldükten sonra bile kaçmak durumunda kalıyorlarmış meğer. Sadece iki üç altın için mezarları eşelenen ve gayrimüslim oldukları için yerli isimlerle gömülen insanlara yapılmış bu film.

“Ben uyumak istiyorum, evlat. Uyandırmasınlar beni.” Bazen yolunuzda var olan engeller sapmanıza neden olur. Bazen engebelerden yorulup sakinlik istersiniz. Bazen kaybolmanız, kayboldukça da inat etmeniz gerekir. Bazen daha da ileri gitmek ister bu sefer geride bıraktıklarınıza üzülürsünüz. Bazen de ölünce bile zarar görmekten korkup gerçek isminizin yazdığı bir mezar taşını reddedersiniz. Bazen yaşarken sıfatınızdan, ölürken de isminizden ötürü kaçmak zorunda kalırsınız. Bazen de Anadolu’nun göğsünden çıkarılmış bir şarapnel parçasının üzerinden damlayan şarap rengi sıvıyı size bir film anlatır.

Zihniyet

Dönemin zihniyet yapısı dediğimiz bir ayrıntı vardır. Edebiyatta bu bulunduğunuz şartları, yaşadığınız dönemi ister bilerek ister bilmeyerek bir şekilde ortaya koyduğunuz işlere yansıtmak demektir. Zaten Anadolu motifini seven Sezer’in de sıklıkla kullandığı doğa görüntüleri filmin zihniyeti hakkında ipuçları barındırıyor, bazı metaforlar içeriyor bence. Vlas ve İnanç’ın bir masada otururlarken tam ikisinin arasına denk gelen ağaç ayrıntısı gibi. Bir nevi yaşlılık ve gençlik arasına yerleştirilmiş bir olgunluğu temsil ediyor diyebilirim. Mesela hızlı yaşamaya adapte olan İnanç otobüsle gelirken babasının ona aldığı tren bileti sayesinde eskiden çok sevdiği bir yolculuğu tekrar yaşıyor. Sonra babasının ölüm haberini alınca asıl hızlı olması gereken yerde otobüsü bir kenara bırakıp trenle geri dönmeyi tercih ediyor. Muhtemelen İnanç, geçmişi ve babasıyla bağlantısını bir tren yolculuğuyla kuruyor. Otobüsle giderek Vlas ile olan son iletişimlerine saygısızlık etmek istemiyor. Ve en önemlisi biz Vlas’ın ölüm haberini aldığımızda gökgürültüsü duyuyor sonrasında Vlas’ı şimşek görüntüsünü andıran bir ağacın altına gömüyoruz. Doğada her şeyin bir karşılığı vardır demek bu. Doğa size yer gösterir, doğada her şeye yer vardır yeter ki insan bencil olmasın.

instagram.com/iremkucukcongar

Benzer İçerikler