The Others İspanyol markalarına damping davası

İspanyol markalarına damping davası

08.01.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

İspanyol markalarına damping davası

İspanyol markalarına damping davası

       İspanyol Zara ve Mango markalarının Türk hazır giyim sektörünü tehdit ettiğini ileri süren 60 kadar yerli marka Türkiye'de Rekabet Kurulu'na başvuruya ve Brüksel'de AB nezdinde şikayete hazırlanıyor

       "Tekstil ülkesi Türkiye'de hazır giyim piyasası yabancıların, özellikle de İspanyolların istilasına mı uğruyor?"
       Türkiye'de yabancı marka denilince yakın zamana kadar akla Gucci, Versace, Armani gibi alım gücü yüksek kesime hitap eden pahalı markalar geliyordu. Ve doğal olarak dünyaca ünlü bu markaların varlığı yerli konfeksiyon üreticileri için sorun teşkil etmemişti. Ancak bu sefer sözkonusu olan çok daha geniş bir tüketici kitlesini hedef alan MNG - Mango ve Zara gibi orta halli firmalar olunca işin rengi değişiverdi.
       Türk piyasasına son derece hızlı bir giriş yapan 2 İspanyol markasının mağaza üstüne mağaza açması sektörü bu yabancı firmalara karşı harekete geçirdi.
       İş o noktaya geldi ki, aralarında Damat, Polin, Roman, Yargıcı, Sarar, İpekyol, Aydınlı, Mithat, UKİ gibi pek çok tanınmış markanın bulunduğu 60 kadar hazır giyimci 2 İspanyol markası hakkında damping yaptıkları iddiasıyla Dış Ticaret Müsteşarlığı'na başvurma hazırlığı içinde.
       Geçtiğimiz günlerde özellikle bu konu için bir iftar yemeğinde buluşan firma sahipleri "İspanyol hükümetinin sübvanse etmesiyle Türkiye'de her yerde sattıklarından daha ucuza mal sattığını" iddia ettikleri bu markalara karşı güç birliği kararı aldılar.
       Bu aşamadan sonra sıra Rekabet Kurulu'na gelecek. Türk hazır giyimin tanınmış temsilcileri davalarını AB nezdinde Brüksel'e taşımayı da düşünüyorlar.
       İspanyol markalarını önce Akmerkez ve Carousel gibi İstanbul'un dev alışveriş merkezlerinde açılan mağazalarla tanıdık. Ancak bu merkezlerin dışına taşmaları fazla uzun sürmedi. Ve çok kısa bir sürede Bağdat caddesi, Nişantaşı, Bahariye gibi kentin en işlek caddelerinde dikkati çeken bir sıklıkla karşımıza çıkar oldular.
       İspanya'ya yerleşmiş Türk asıllı iki Musevi kardeşe ait olan Mango'nun şu anda çoğu İstanbul, Ankara ve İzmir'de toplam 18 mağazası bulunuyor. Bursa ve Adana gibi kentlerde de mağaza açma hazırlığı içinde.
       Zara ise İstanbul'da 2200 m2, Ankara'da 3300 m2 olmak üzere 2 büyük mağaza açtı. Sektöre yakın kaynaklar, dünya çapında Mango'dan çok daha güçlü bir marka olduğu bilinen Zara'nın Türkiye'de 2002 yılına kadar 10 mağaza daha açmayı planladığını belirtiyorlar.
       Tekstil, Türkiye'nin ihracattaki lokomotif sektörü diyoruz. Nitekim geçtiğimiz yıl yalnız hazır giyimde yaklaşık 7.8 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirildi. Bu miktar bir önceki yıla göre yüzde 6.5 oranında büyümeyi ifade ediyor.

       Akıllardaki soru, "iç piyasada zorlanmaya başlayan ve fiyat avantajını kaybeden bir hazır giyim sektörü yakın gelecekte dünyada nasıl rekabet edecek?"
       Bu konuda ilk çıkışı yapan ve "haksız rekabet" suçlamasını en önce dile getiren Mudo'nun patronu Mustafa Taviloğlu oldu. Yabancı markaların malını "parayla" sattığını belirten Taviloğlu özetle şöyle diyor: "Dünyada ticaretin şekli değişti. Arsayı alacaksın, binayı alacaksın, yönetimi üstleneceksin. Bütün bunlar parayla oluyor. Türkiye'de paranın bu denli pahalı olması, yabancıların ise parayı çok kolay bulması bizim elimizi - kolumuzu bağlar. Yatırımcının teşvik edilmesi şart. Bu markalar sektörün borçlanma konusundaki yanlışlarından ve borçlanamamasından istifade ediyorlar."
       Sektörün diğer temsilcilerinin görüşleri de Taviloğlu'ndan farklı değil. Rekabetten kaçmadıklarını söyleyen ve sorunun ünlü ya da pahalı marka sorunu olmadığını belirten Türk patronlar, daha önce Türkiye'ye gelen Marks & Spencer'dan örnek vererek, "onların gelişi kimseyi rahatsız etmedi. Çünkü Türkiye'de Avrupa'da sattıklarından daha ucuza mal satmıyorlar. Bunun sigortası var. Navlunu var. Aynı fiyattan satması bile zor. Nasıl daha ucuza satıyorlar? Biz mağazacılığı da, modayı da, bu işi de iyi biliyoruz. Yeter ki, eşit şartlarda mindere çıkalım," yorumunu yapıyorlar.
       Görünen o ki, Türk hazır giyimcilerle yabancı markalar arasındaki savaş önümüzdeki günlerde iyice su yüzüne çıkacak. Krizin etkisiyle daha da sertleşeceğine kuşku olmayan bu mücadeleden hangi tarafın galip çıkacağını ve tüketicinin kimin yanında olacağını ise hep birlikte göreceğiz.

       Tüketicinin lehine bir iş yaptıklarını söyleyen Zara'nın Türk ortağı Kamil Özçobanlı, "Türkiye'de Avrupa'da sattığımızdan daha ucuza satıyoruz. Çünkü Türk insanın alım gücü Avrupalıyla bir değil," diyor

       Haksız rekabet suçlamalarının en önemli muhataplarından biri aynı zamanda Park Bravo'nun da patronu olan ve İspanyol Zara'yla birlikte Amerikan Nine West gibi markaları Türkiye'ye getiren Kamil Özçobanlı.
       Damping iddialarına karşı krizin ve piyasadaki iş azlığının faturasının MNG ve Zara'ya yüklenmek istendiğinden yakınıyor.
       Hazır giyimcilerin azalan cirolarının nedeni olarak İspanyol markalarını göstermelerini son derece yanlış ve duygusal bir tepki olarak niteleyen Özçoban kendi ifadesiyle "fiziken ve mantıken" bunun mümkün olamayacağı görüşünde:
       "Kaç mağazamız olduğu belli. Bu mağazalarda satılan ürünlerin fiyatları belli. Mağazaların 8 - 10 saat açık kaldıklarını ve bu süre içinde kasiyerin parmağının hep düğmeye basılı olduğunu bile varsaysak, ortaya çıkan ciro onların eksilen cirolarını yakalamaz. Bu gürültü neden kopuyor?"
       Türk hazır giyim sektörünün tatlı karların ortadan kalkmasını hazmedemediğini iddia eden Özçobanlı, asıl sorunun ise Anadoluya toptan mal gönderen üreticilerin çeklerinin krizin etkisiyle yüzde 50 oranında geri dönmesinden kaynaklandığını belirtiyor.

       Sektörün İspanyollardan duyduğu en büyük rahatsızlık Türkiye'de daha ucuza mal satmaları. Özçobanlı ise damping iddialarını reddediyor ama düşük fiyatı kendisinin sağladığını de özellikle vurguluyor:
       "Türkiye'deki fiyatlarımız Avrupa'daki satış noktalarının yarısıyla eşit, bazılarından ise daha düşük. Çünkü Türk insanın alım gücü Avrupalıyla bir değil. Bu durum tüketicinin lehinedir. 10 kuruşa mal ettiğinizi 8 kuruşa satarsanız piyasanın dengesini bozarsınız. Ama biz öyle yapmıyoruz. Yalnızca satın alma avantajını kullanıyoruz. İnsanın parası olması suç mu?"
       İthal malların her sektör için bir terbiye aracı olarak görülmesini isteyen Özçobanlı son söz olarak, "Türk piyasasına yeni yabancı markalar gelmeye devam edecek. GAP, Banana Rebuplic sırada bekliyor. 180 milyar dolar Wall Mart geliyor. O zaman ne yapacaklar? İşin başında tedbirlerini alsalardı," diyor.

       Hiçbir şeyde ilk 10'a giremeyen Türkiye, cep telefonu satışlarında kişi başına milli geliri 30 - 35 bin dolar olan çoğu Avrupa ülkesini solluyor. Ama acaba kazanan gerçekten tüketici mi?

       Amerika'dan yeni dönmüş bir arkadaşımın, "Türkiye'yi nasıl buldun, bakalım" yollu sorularımıza verdiği ilk yanıt "ben dünyanın hiçbir yerinde bu kadar çok cep telefonuyla konuşan insanı birarada görmedim. Herhalde Türkiye'nin milli geliri ben görmeyeli bayağı artmış" oldu.
       Aslında tabii ki Türkiye'nin kişi başına düşen mili gelirinin hala 5500 dolar civarında seyrettiğini o da biliyordu. Ama etraftaki onca sefalet görüntüsüne karşın yediden yetmişe herkesin bir cep telefonu edinmesiyle haklı olarak dalgasını geçiyordu.
       Gerçekten nereden çıktı bu iletişim merakı?
       27 nisan 1998'te devreye giren lisans anlaşmasından sonra hem üretici firmaların hem de Turkcell ve Telsim'in kampanyalara ağırlık vermesiyle abone artışı iyice hızlandı. Turkcell yetkilileri 27 nisandan önce 1 milyon 300 bin olan abone sayılarının 8 ayda 2 milyon 350 bine çıktığını belirtiyorlar. Türkiye'deki toplam abone sayısı ise 3.5 milyona yaklaştı.
       Son dönemdeki gazete ve televizyon ilanlarından cep telefonu satışlarınn nasıl pompalandığını izlemek mümkün. Kimi ilanlarda, "Cep telefonunuz çalınsa da kaybolsa da, kırılsa da cebinizden para çıkmayacak" denirken, kimileri de belli bir hattı kullanmak şartıyla cep telefonunu neredeyse bedavaya veriyor.
       Hat ücreti de 200 dolar civarından 40 dolara kadar geriledi.
       Evet, cep telefonu edinmek de, hat satın almak da giderek kolaylaşıyor. Ama cep telefonu faturaları için aynı şeyi söylemek zor. Bir kere sabit ücretler cep telefonlarnın ilk çıktığı zamanki kadar düşük değil. Ve gerçek şu ki bilinçsizce bu ürünü satın alanların büyük kısmı için her ay ödemek zorunda kaldıkları faturalar bütçelerinde önemli gedikler açıyor. Durum yemesinden - içmesinden kısmaya kadar gidiyor.
       Bu işten en karlı çıkanlar ise hiç kuşku yok ki, abone sayısındaki artışla birlikte her ay kasalarına giren nakit miktarını ciddi biçimde artıranlar.
       Yasak olmasına rağmen araba kullanırken, yolda yürürken, yemek yerken, elele dolaşırken vs. cep telefonu hep yanımızda. Bu yüzden hem birbirimizi rahatsız ediyoruz hem de trafikte ciddi risklere neden oluyoruz. Daha geçen gün TEM'de cep telefonuyla Mercedes'ini birarada kullanmaya çalışan ama bunu beceremeyen bir sürücü bizi biçiyordu.
       Kişi başına sağlık ve eğitim harcamalarında OECD sonuncusuyuz. Kitap satışlarında esamemiz bile okunmuyor. Avrupa'da yoğurt hariç her türlü gıda maddesi tüketiminde son sıralarda yer alıyoruz. İletişimin İnternet boyutuyla ise nüfusun büyük kısmı hiç tanışmamış bile.
       Ama cep telefonu satışları hesapları alt üst ediyor. Avrupa'da ilk 10 arasına giriveriyoruz hemen. İskandinav ülkeleri cep telefonunda penetrasyon oranının en yüksek olduğu ülkeler. Finlandiya yüzde 50 ile birinci. Cep telefonunda toplam pazarın en büyük olduğu ülke ise İtalya. Ancak bu ülkelerde kişi başına milli gelir 25 - 30 bin civarında.



Yazara E-Posta: nkalkan@milliyet.com.tr