Dünyanın herhangi başka bir şehrinde Prens adaları gibi şahane bir imkan olsaydı bu kadar heba edilebilir miydi, bilemiyorum. Burnumuzun dibinde, bir vapur mesafesinde irili ufaklı adalarımız var ve biz İstanbullular olarak denize, yeşile hasret yaşıyoruz.
Zira gitmesi bir dert, girilecek deniz, seni kazıklamayacak işletme bulması bir dert, gece konaklamak neredeyse imkansız, geç saatte İstanbul’a dönme ihtimali zaten yok. Avrupa yakasına en son vapur 22.00, Bostancı’ya da 23.00 sularında kalkıyor.
Halbuki sıra sıra balık restoranları müşteri beklemekte. Tam olarak pizzacı mı hamburgerci mi yoksa pideci ya da lahmacuncu mu olacağına karar verememiş tuhaf büfeler nispeten dolu. Plastik çiçekten taçları Türklerin milli aksesuarı zanneden turistler herhalde mutfağımızın da bu acayip şey olduğunu düşünüp acıyorlardır. Adalar hâlâ bu derece güzelken, işletmelerin bu kadar zevksiz olması nasıl bir talihsizlik?
Yorgunluktan bitap düşmüş atların çektiği faytonların acıklı haline değinmiyorum bile. Onların pisliklerinin kokusu, mimozalarınkini bastırıyor ve sinekler mutasyona uğramış durumda. Bir kere ısırılınca bir hafta kaşınıyorsunuz. Ama benim bütün bu acınası manzara içinde
Günden güne taraflarının arası açılan kamplaşmamızın olmazsa olmaz bir körükleyici maddesi var: Uydurmak.
Ortaya neredeyse hiçbir unsuru gerçekle uyuşmayan ama çok ilgi çekecek bir iddia atıyorsun, dünya görüşü seninle aynı olan insanlar bu ‘kesin’ bilgiye anında ikna olup yaymaya başlıyor. Tabii ki sorgulamadan, doğru mu değil mi diye bakmadan. Tek kriter karşı kampı karalamaya uygun olması.
Duruma göre Kabataş hikâyesi olabiliyor bu, duruma göre de ‘organik hoşaf’. İki gündür memlekette başka bir dert yokmuş gibi TRT’nin ‘bilim’ yarışmasında ‘organik hoşaf’ projesinin birinci olduğu haberiyle uğraşıyoruz. Üstelik “Alzheimer hastaları için akıllı çip” projesini geride bırakarak!
Neden bilimde bu içler acısı halde olduğumuza dair tweet’ler birbirini izliyor. Ne yaratıcılık, ne mizah gücü. Tabii böyle baktığında ne kadar da verimli bir alan. Haber siteleri, bazı gazeteler, ünlü isimler, hepsi konuyla meşgul. Kimse sormuyor, haber doğru mu, teyit.org soruyor sonunda. Ve ne öğreniyoruz? Ortada koca bir balon haber olduğunu.
Öncelikle program bir bilim yarışması değil, adı “Bir fikrin mi var?” olan bir girişimcilik yarışması. Dolayısıyla, bilim projeleri değil, markalar, ürünler
Cumartesi akşamı arkadaşım metro çıkışında beni bekliyor. Yanına bir çevik kuvvet polisi yaklaşıyor, “Ne duruyorsun?” şeklinde.
Şimdi dünyanın her yerinde insanlar metro çıkışlarında durur, orada sözleşir, birbirini bekler, oyalanır. “Ne duruyorsun?” diye sorulacak son yerdir metro durağı.
Ama elinde koca bir tüfekle birisi karşınıza dikildiğinde tabii bütün bunları düşünmek yerine cevap veriyorsunuz: “Arkadaşımı bekliyorum”. Ama bu da yetmiyor, ikinci soru geliyor: “Ne zaman gelecek?” Cevap: “10 dakikaya”. Ve dönüp gidiyor bir şey demeden. Bir resimi görevlinin vatandaşla kurduğu iletişim bu. Tabii ki selamsız sabahsız, elbette “sen” diye ve zinhar bir açıklama yapmadan.
Arkadaşım olanı bana anlattığında ilk aklıma gelen “Ben olsam ‘ne var, bir sorun mu var?’ diye cevap yetiştirmeye kalkardım kesin” oluyor. Öyle ya, hesap mı vereceğim metro çıkışında dururken? Vereceksem de neden verdiğimi bilmek hakkım değil mi?
Sonra bunun düşüncesinin bile içime saldığı korkuyu fark ediyorum. Sorarsam olacakları kestiremediğimi. “Cevap mı verir, hakaret mi eder, tartaklar mı, gözaltına mı alır?”a kadar varıyor aklımdan geçen seçenekler. “Aman aman”, diyorum, “İyi ettin bir şey demeyerek. Belli mi
İnsanoğlu olarak nasıl bencil ve acımasız yaratıklarız ki, attığımız adım dönüp dolaşıp diğer canlılara eziyet oluyor. Beslenmek için, giyinmek için, ısınmak için ve barınmak için sürekli başka hayatlara zarar veriyoruz.
Hadi bunlar temel ihtiyaçlarımız diyelim, başka türlü halledilemiyor ki elbette mümkün aslında, peki ‘eğlencelerimizi’ onların hayatları üzerine kurma hakkını bize kim veriyor?
Kendilerini belgesellerde ya da kitaplarda değil de, “İlle canlı göreceğiz” diye hayvanat bahçeleri kurup güzelim filleri, aslanları doğal ortamlarından uzak, havaya, suya hasret yaşatan biziz.
Yunus parkı diye bir tuhaflık icat edip zavallı hayvanları denizlerden koparan, aslında onlara düpedüz hapishane hayatı yaşatan biziz.
Esasen cinayet olan avcılığın bir spor dalı olduğuna karar veren, safarilerde kaplan öldürerek eğlenmek için dünyanın parasını veren biziz. İçimizdeki şiddeti hayvanlar üzerinden hayata geçirip, onları ölesiye dövüştürerek eğlenen yine biziz.
100’den fazlası dövüşecek
Horozdu, köpekti, deveydi bitti, şimdi geldi sıra boğalara. Hakikaten tek eksiğimizdi, Bodrum’da ‘gelenekselleşmesi amaçlanan’ boğa güreşleri. Hayır anlamak mümkün değil, hangi ihtiyaçtan doğmuş olabilir bu?
Robotların dünyayı ele geçirmesinden korkmaya başlamalı mıyız?” İlk bakışta nasıl ürkütücü bir soru değil mi? Bir haber başlığı. Okuyunca yok, henüz böyle bir korkuya hacet olmadığı sonucuna varıyoruz. Çıkış noktası ise, Facebook Yapay Zekâ Araştırma laboratuvarında üretilen botların kendi uydurdukları dilde konuşmaya başlaması. Bu konu bir süredir bütün yayın organlarını meşgul etmekte. Ne olacak bu başına buyruk botların sonu?
Başlangıçta kendi kendilerini geliştirebilmeleri için tamamen serbest bırakılan botlar, insanoğlundan pazarlık etmeyi, blöf yapmayı öğrenmişler. Buraya kadar sorun yok. Ama kendi aralarında araştırmacıların anlayamadığı bir dil geliştirince olan olmuş. Sonunda müdahaleye uğrayarak sadece İngilizce konuşacak şekilde yeniden programlanmışlar.
Bu kadar özgürlük fazla tabii ve insanın içindeki o ‘istila’ korkusunu tetikliyor. Bugün birbirleriyle anlaşır, yarın gizli planlara başlarlar, neme lazım.
Çocukken, hele de bilim kurguya meraklıysan, o istila endişesi kanına işler gerçekten. Efendim, uzaylılar gelip bizi kaçırır mı, olmadı cennet dünyamıza kendileri yerleşip bizim ‘medeniyetimizi’ yıkarlar mı, bir, kendi ürettiğimiz robotun kurbanı - ya da esiri - olur
Bir parktaki güvenlik görevlisinin ‘görevi’ nedir? Adının içinde ‘güvenlik’ sözcüğü geçtiğine göre, herhalde parka gelenlerin güvenliğini sağlamak. Hırsızlıktan, kapkaçtan, tacizden, artık bizim ülkemizde maalesef sıradan hale gelen tecavüzden korumak insanları. O park sınırları içerisinde huzur ve güven içinde dolaşabilmelerini garantialtına almak.
Peki, kıyafet polisliğini kim ekledi güvenlik görevlisinin görev tanımına? Nereden aldığı güç ve cesaretle Maçka Parkı’na gelen bir kadına “Bu kıyafetle parkta dolaşmana izin vermiyorum” diyerek onu dışarı çıkarmaya kalkışabilliyor? Üstelik bir de “Memelerini açamazsın” gibi bir ifade kullanabiliyor ki bu düpedüz taciz.
Öyle anlaşılıyor ki kadınlardan beklenen; bir takım yetkileri kendinden menkul erkeklerin paşa gönül kriterlerine göre giyinmeleri. Artık o bilir kişiler neyi fazla açık ya da aşırı kapalı buluyorsa, onların belirlediği sınırların içinde kalmamız gerekiyor. Yoksa saldırıya uğrayabilir, tekme yiyebilir, taciz edilebilir ve de başımıza gelecek her türlü belanın müsebbibi sayılırız.
Hakikaten yetti artık.
Sokaktaki adamların bu zihniyetiyle uğraştığımız yetmiyor, bir de asıl işleri kadınları onlara karşı korumak olması gereken
Amerika’da ALS hastalığına dikkat çekmek için icat edilen ‘ice bucket challenge’ bizim topraklara intikal ettiğinde, olayın ünlü insanlar ve onları kafalarından aşağı bir kova buzlu su dökerken izlemek isteyenler için bir eğlence olmaktan öteye geçeceğini ummamıştım. Normalde amaç hastalıkla mücadele eden derneğe para kazandırmaktı, bunu da “Ben yaptım, sen de var mısın?” diye diğer ünlülere isim isim meydan okuyan Justin Timberlake’ler, Mark Zuckenberg’ler aracılığıyla yapıyordu.
Bizde dökülen kova kova suyun ALS hastalarına faydalarını bilemeyeceğim, ama şu anda bu yöntemin, ‘buzlu susuz’ versiyonuyla çok önemli bir iş başarılmakta: Beyoğu Sineması sadakat kartı satışı ile salonu kurtarma.
Hafızalarımız yaşadığımız günle sınırlı; bir hatırlatma yapacak olursak, ıssızlaşan İstiklal Caddesi ile birlikte borçları boyunu aşan Beyoğlu Sineması da daha fazla dayanamayacak hale gelip temmuz itibariyle kapılarını kapatacağını açıklamıştı. Hepimiz perişan olmuştuk; gençliğimiz, çocukluğumuz elden gidiyor, anılarımızın üzerine kilit vuruluyordu. Beyoğlu Sineması kalan son kalelerdendi, onu da yaşatamamıştık vs vs.
Ağlamakla yetinmediler
Fakat bu kez beklenmedik bir şey oldu, ağlamakla
Cep telefonlarının kameralarıyla ilişkimizden ortaya gerçek bir ‘distopya’ çıktı. Şahsen ben hiç istemezdim insanoğlunun bu korkunç, sahte ve hastalıklı yönlerini görmeyi. Onları içimizde taşısak, ortaya dökecek mecra bulamasak, hatta kendimiz bile bilmesek iyiydi.
Artık hiçbir anımız sadece bize ait değil, olmasını da istemiyoruz zaten. Sergilemezsek anlamı olmuyor. Paylaşmak falan değil bunun adı, kimseyi kandırmayalım. Bunun adı teşhir ve bütün teşhir malları gibi de defolu.
Sevincimiz gerçek sevinç değil, uzaklara dalıp bakmamız sahte, aklımız fikrimiz nasıl daha iyi ‘görüneceğimizde’. Yüzümüzün daha iyi göründüğüne inandığımız bir tarafı var, hemen ona dönüyoruz kamera görünce. Bütün fotoğraflardaki gülüşü aynı olabilir mi insanın, belli ki o da çalışılmış ayna karşısında.
Fotoğraf yeni icat olmuş gibi konuştuğumun farkındayım, tabii ki eskiden de poz veriyorduk ama bu türlü değil. Bu insanın kendisini gördüğü, yaşadığı, rastladığı her şeyin önüne koyarak fotoğraflama merakı yeni. Evet ‘selfie’den söz ediyorum ya da ‘özçekim’den, dilimize yerleşemeyen haliyle. Ne sakıncası var, arkadaşlar bir aradayken topluca bir kareye girmiş oluyorlar işte, değil mi? Tabii, onun bir sakıncası