Ne kadar çabuk geçti bir yıl. Gezi’nin ilk gününü dün gibi hatırlıyoruz. Unutacak, unutturacak bir gün bile geçmedi zaten. Bu bir yılda günlerce, aylarca konuşabileceğimiz çok vahim şeyler yaşandı. Birçoğunun üstü birkaç günde kapatılıp geçildi. Hatırlanan tek bir şey kaldı geriye, Gezi ruhu.
Gezi ruhu farklıydı... Asla bir araya gelmeyeceğini düşündüklerimizi bir araya getirdi. Çarşı, Fenerbahçe ve Galatasaray bile ilk defa bir aradaydı. Ne düşünce farkının bir önemi vardı, ne takımların, ne sınıf farkının...
Bırakın İstanbul halkını, perakendeciler bile İstanbul’un göbeğine AVM yapılmasına karşı çıktı.
KENDİLİĞİNDEN GELİŞTİ
Gezi, uzun bir bekleyişin ardından geldi, tamamen kendiliğinden gelişti.
Biber gazından ya da TOMA’lardan kaçanlar yanlışlıkla birbirlerine çarptıklarında birbirlerinden özür dileyecek kadar nazikti.
Dün öğleden sonra Karaköy’de her zaman gittiğim kafelerden birinde oturuyorum. İki arkadaş hararetli bir sohbetteyiz...
Birden sohbetimiz bölünüyor, “Hadi kalkın” sesiyle. Başta anlamıyoruz, kimin bizimle “Çabuk kalkın lan” tonunda konuştuğunu.
Ben yine her zamanki gibi iyi niyetliyim; sokaklarda kanalizasyon çalışmaları var, bizi çalışmalar nedeniyle kaldırıyorlar sanıyorum. Sonradan fark ediyorum ellerindeki telsizlerle zabıta görevlilerini ve sivil polisleri.
Buna uyanmam da ancak bir kamyonet arkasına toplanan masa ve sandalyelerle burun buruna gelmemle oluyor.
Trafiğe kapalı daracık bir ara sokakta ısrarla sokağa atılmış birkaç masayı da kaldırıyorlar.
Bir kafeden kalkıp diğerine geçiyoruz.
Bir süre sonra buraya da geliyorlar. Bir köşe kapmaca durumu başlıyor. Kafe çalışanları son sürat masaları sandalyeleri topluyor. Yangından mal kaçırırcasına hummalı bir çalışma.
Dün Milliyet’te görmüşsünüzdür, Songül Hatısaru’nun Gökkafes’teki Ritz Carlton Oteli'nin müdürüyle yaptığı röportajı.
“Otelin terasına domates, fesleğen, kekik ektik. En büyük lüks bu" demiş İtalyan müdür Massimiliano Zanardi.
Bu satırları okurken bir kez daha hatırlıyorum, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Roma ziyaretinde "Şehrin yüzlerce yıllık ihtişamlı binaları, meydanları, sokakları öyle korunmuş ki, ne bir gökdelen ne de bir AVM var" dediğini.
BEŞ YILDIZLI SEBZE BOSTANI
Günümüzde şehrin göbeğindeki bir gökdelendeki 5 yıldızlı otel de, ‘kişiye özel’ hissini artık lüks ürünlerle değil, onun yerine organik tarımla veriyor. Üstelik de bunu İstanbul’un siluetini en çok bozan binanın terasında yapıyor ve yine de seviniyoruz.
Artık gözümüz şehrin çirkinliklerine ve zevksizliklerine o kadar alışmış durumda ki, "Organik tarım olsun da nerede olursa olsun" diyoruz.
“Bu gençler bize çok şey öğretti ve bazıları hayatlarını bir anlamda bizim için feda etti” dedi Nuri Bilge Ceylan, Gezi’yi kastederek, Altın Palmiye’yi aldıktan sonra yaptığı basın toplantısında.
Aynı saatlerde “Memleketini, insanını sevmek, onu anlamaya çalışmak; öyle değil böyle olur. Tebrikler Nuri Bilge Ceylan!” tweet’i geldi Cem Yılmaz’dan.
Nuri Bilge Ceylan, Cannes’da Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda şöyle demişti: “Sanatçının varsa bir görevi bu; bir gazeteci gibi sosyal meselelere dikkat çekmeye çalışmaktan çok (ki bu ülkemizde birçokları tarafından sanatçının asli görevi olarak düşünülüyor), yaşadığı kültürün içinde eksikliğini duyduğu birtakım temel insani dürtülere işlerlik kazandıracak bir manevi iklim oluşturmasıdır.
İtirafı bir üst değer haline getirmeye çalışması, gizlemek ve bir suç olarak saklamak zorunda hissettiğimiz duygularımızla yüzleşmemize neden olması ve bizim ülkemiz için en önemlilerinden biri olarak belki, utanma eşiğimizi düşürmeye çalışması gerekir. Yani bunları sanatın görevi olarak söylemeyeyim de, böyle yapması dikkat çekmek için filme çekilmesi istenen sosyal problemlere daha çok yarar sağlar anlamında bunu söylüyorum. Yani bir
İstanbul yeme-içme hayatında vasat yemeklere fahiş fiyatlar ödemeye alıştık. Şimdi ise iki yeni restoran bunu değiştirmeye aday: Maçka’daLa Petite Maison ve Zorlu Center’da Ristorante Italia di Massimo Bottura
Masaların üstündeki domates ve limonlar dekor değil, yemek için.
İstanbul yeme-içme hayatında yemek her zaman ikinci planda kalır. Merkezi lokasyon, görme-görünmeye uygun ortam daha önemlidir. Vasat bir yemeğe fahiş fiyatlar vermek artık şaşırtmaz. Genelinden memnun kalındıysa, yemek çok iyi olmasa da olur.
Şimdi ise şehirde bunun aksini savunan iki restoran açıldı. Biri Maçka’da La Petite Maison, diğeri Zorlu Center’da Ristorante Italia di Massimo Bottura.
Yemekle öne çıkıyor
Son günlerde hepimiz aynı şeyi sorgulayıp duruyoruz; hayat durmalı mı, devam etmeli mi?
Ruh halimiz sık sık değişiyor, bir gün önce söz verdiğimiz bir programa bir gün sonra katılacak halimiz olmayabiliyor. Bir gün, yarın yokmuş gibi canımız ne istiyorsa onu yapmak istiyoruz; birkaç saat sonra yaptığımız her şeyden suçluluk duyar, hatta utanır hale geliyoruz.
Böyle gelgitlerde en doğrusu, isteyenin istediğini yapabilmesi. O yüzden tabii ki gece hayatı da devam etmeli.
Geçen hafta tam da bugün “Reina, kapılarını Soma için açıyor" diye bir duyuru yapılmıştı. Bunun üzerine ben de 20 Mayıs’ta "Soma için kopuyoruz!" başlığıyla bir yazı yazdım.
Tabii ki herkes gibi Reina da Soma’ya yardımda bulunabilir ama bunu yaparken, ulusal yas nedeniyle 3 gün kapalı kaldıktan sonra, “Kapılarımızı Soma için açıyoruz" diye bir kamuoyu duyurusu yapmasına gerek var mı?
Niyet iyi olabilir ama üslup fena. İlk akla gelen şu: “Reina kadar para basan bir işletmenin Soma’ya yardımda bulunabilmesi için
Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı üzgünüz!” Çok yakında geleceğimiz nokta bu. Televizyonda rastladığım spor programı 'Serbest Vuruş’ta bir kez daha gözlerim yuvalarından fırladı. Yüzü gözü siyaha boyanmış tanınmış spor adamları; isimlerini de sayalım, Sabri Ugan, Adnan Aybaba, Mehmet Baransu ve Lemi Çelik yüzlerine sürdükleri kömür ve baretlerle canlı yayındaydılar.
Siyah makyaj ve aksesuvarlarını, üstlerindeki Soma yazılı siyah kostümleriyle tamamlamışlardı. Bunu yaparak Soma’ya destek olduklarını sanıyorlardı.
“Amaç, farkındalık yaratmak” diyebilirler. Orası kesin, artık daha da farkındayız ne kadar çok kişinin aslında yaşananları hiç mi hiç anlamadığını. Artık daha da farkındayız, bu kadar büyük bir acının bu kadar fütursuzca magazinleştirilemeyeceğini.
ANLAMADAN PAYLAŞMAK
Konu dönüp dolaşıp geliyor, sempati ile empati arasındaki farka. Sempati duymak başka, empati kurabilmek çok başka.
Sempati, bireyin karşısındaki kişinin duygu ve düşüncelerini yaşaması. Empatide ise duygu ve düşünceleri yaşamak değil, anlamak var. Örneğin, karşıdaki kişi üzüntülüyse, onun üzüntüsünü anlamak empati, üzüntüsünü yaşamak ise sempati. Birinde anlamak, diğerinde paylaşım söz
Günlerdir sosyal medyada dolaşan bir Instagram fotoğrafı var, yüzü çamur maskeli bir kadın. Fotoğrafın altına “Ben yüzümde maskeyle 10 dakika duramazken... Allah’ım düşünemiyorum. Kurtulsun artık herkes, n’olur bitsin bu karanlık n’olur...” yazarak kendi çapında isyan etmiş. Bir de bu fotoğraf ve metni like’layanlar var. Artık ne düşünerek like’lıyorlar anlamak mümkün değil.
"Şuursuzlar!" deyip geçecek oluyoruz. Hemen akabinde dizi oyuncuları yüzlerini siyaha boyayıp pozlar veriyor. Sanki yüzlerini siyaha boyayarak bütün meseleyi çözüyorlar. Empati yapmaya çalışıp sempatiden ileri gidemiyorlar.
Sonrasında da yardım haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Birçok ünlü isim açıklıyor; Soma’ya kaç kamyon yiyecek yolladıklarından, Soma’daki acılı ailelere ne kadar para yardımı yaptıklarına kadar her şeyi anlata anlata bitiremiyorlar.
Bardağı taşıran ise İstanbul’un en popüler gece kulüplerinden Reina’nın cumartesi gecesi kapılarını Soma için açtığını duyurması oluyor. Dehşetle izliyoruz, nasıl bu kadar şuursuzlaştık?
Evet, Reina eğlence, yemek ve içki satarak para kazanıyor. Tabii ki herkes gibi Reina da Soma’ya yardımda bulunabilir ama bunu yaparken, ulusal yas nedeniyle 3