Yine bir mayıs ayıydı. 2003 yılı... Başbakan Erdoğan ve yardımcısı Gül, GATA’ya Ecevit’lere “Geçmiş olsun” ziyaretine gitmişlerdi.
Bülent Ecevit, o görüşmede “köy-kent projesi”nden söz açtı.
2000’de kendisi Başbakan’ken Ordu’nun Mesudiye ilçesinde 9 köy birleştirilerek bir örnek köy kurulmuştu. Köyün altyapısı tamamlanmış, kanalizasyon şebekesi kurulmuş, içme suyu taşınmıştı.
Ürün ve toprak analizleri yapılmış, meyve ağaçları dikilmiş, köylüye hayvan verilmiş, orman ürünleri enstitüsü kurulmuş, ormanlık alan dağ turizmine açılmıştı.
Köyde 210 gün içinde internet kafesi olan bir okul, gezici kütüphane, sağlık ocağı, kültür ve sanat evi, çocuk parkı, spor tesisleri açılmıştı.
Dünya Bankası, projeyi “kırsal kalkınma modeli” olarak dünyaya örnek göstermiş, 900 bin dolar hazırlık kredisi vermiş, 300 milyon dolar da vaat etmişti. 5 yılı geri ödemesiz, düşük faizli bu kredi, 4 milyar
Mardin katliamının nedeni konusundaki belirsizlik sürüyor, ama Hürriyet’te Saygı Öztürk’ün haberine bakılırsa katliamın kökeninde “kız meselesi” var.
Habere göre baskının elebaşı, sorgusunda katliamın nedenini şöyle açıklamış:
“O kızı gelin istedik. Onlar kanlımıza verdiler.”
* * *
Üzerine söylenecek çok şey var:
Cehalet, töre, gelenek, erkek kültürü, kan davası, korucu sistemi, silahlanma, toprak reformu, nüfus planlaması...
Sayısız melanet bir araya toplaşıp bu trajik sonucu hazırlamışa benziyor.
Her ay ilginç bir sınav sorusu geliyor önümüze... Geçen ayın sorusu Diyarbakır’daki bir Anadolu Lisesi’nden gelmişti. Dinibütün bir kimya öğretmeni, 10. sınıflara şu soruyu sormuştu:
“X şahsı hayatı boyunca 3.10 üzeri 22 tane iyilik ve 4.10 üzeri -2 mol kötülük yapıyor. Hesap günü mizanda iyilik ve kötülükleri tartılıyor. İyilikleri ağır gelirse cennete, kötülükleri ağır gelirse cehenneme, tam nötrleşme olursa Araf’a (hayvanların ve delilerin barınacağı yere) gidecek. Bu şahsın hesabı görülünce durumu ne olacak?
İşlem yaparak sonucu bulunuz.”
“Ahiret suali” derler ya; tam öyle...
Merak edip bir kimya öğretmenine çözdürmüştük.
Cevap, sevindiriciydi:
“X, cennete gidiyor”du.
Hıncal Uluç, Cumhuriyet Savcılığı’na hitaben, kara mizah kokulu bir “açık dilekçe” yayımladı dünkü köşesinde...
Biriktirdiği dosyalar hiçbir yere sığmaz olmuş. İmha etmesi gerekiyormuş.
“Bu imha işlemi sırasında size başvurup neleri yaktığımı inceleyecek ve belgeleyecek bir elemanınızı istemem ya da noter bulundurmamın gerekip gerekmediğini bildirmenizi rica ederim” diyordu.
* * *
Geçenlerde telefonda görüştüğüm bir bakan, “Şimdi bizi dinliyorlardır, ama yine de söyleyeyim” diye başladı söze... O bile kanıksamıştı artık bu fikri...
Müjde Ar geçen haftaki programında artık telefonda ciddi konuları konuşmamaya özen gösterdiğini söylüyordu.
Sadece o mu? Herkes, dinlenme paranoyasının etkisi altında konuşamaz hale geldi.
“Ah bana çıksa” dedirten büyük ikramiye, çıkanların çoğuna aile içi kavgalar, aniden çıkan akrabalar, haraç isteyen mafyalar ve pişman ettiren derin mutsuzluklar getiriyor
Ahmet Bayram geçenlerde Pendik’teki evinin banyosunda kendini kalorifer borusuna asmış halde bulundu.
Saat 23.00’te büyük kızı kapıyı zorlayarak banyoya girmiş ve babasının cesediyle karşılaşmıştı.
43 yaşındaydı.
Birkaç yıl önce Türkiye’de hemen herkesin yerinde olmak istediği adamdı.
Rahmetli ağabeyimiz Metin Toker’in meşhur lafıdır: “Makulü normalde aramak lazımdır.”
“Makul”, bu yılki 1 Mayıs’ın simge sözcüğü haline geldi.
Ama herkesin ayrı “makul” anlayışı olduğu da ortaya çıktı.
Vilayet, “makul”den, “makbul”ü anlıyordu; yani kendi “istediği kadarı”nı...
DİSK’e göre ise “makul” olan, tüm üyelerinin meydanda toplanmasıydı.
Toker’in sözü o yüzden önemli:
“Makul” normalde aranmalıydı; “normal” ise Metin ağabey belki katılmazdı ama- bence Taksim’in tüm işçilere açılmasıydı.
Geçenlerde uçakta önemli bir işadamıyla yan yana düştük. İş çevrelerinde yönetici pozisyondaydı. Ergenekon’un son dalgasının dehşeti içindeydi. Cemaatçi yapılanmadan dertliydi.
Dedi ki:
“Seçimden önce işadamları aramızda toplandık. AKP’nin yüzde 50’ye çıkma ihtimalini değerlendirdik. Ben dahil toplantıdakilerin yüzde 90’ı ‘Bu sonuç doğacağına, asker müdahale etsin daha iyi’ dedi.”
Bunu söyleyen, 3 darbenin acısını çekmiş bir isimdi.
Öyle olmasa ve ismi ağırlık taşımasa nakletmezdim. O da “Ne hale geldik, düşünün” diye anlattı zaten...
* * *
“Darbe şakşakçılığı” demeden önce dünkü tabloya bakın:
Cumartesi günü bu köşede Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’ya hitaben bir çağrı yapmış, “Kurtarın bu çocukları” demiştim.
“Kurtarın” dediklerim, tecavüz ve taciz mağduru çocuklardı.
Hüseyin Üzmez vakasından sonra Adli Tıp’tan “Mağdure zarar görmemiştir” raporu çıkacağını görerek istifa eden Doç. Dr. Ayten Erdoğan, bu olayda kendisine cehennem hayatı yaşatan baskılardan söz etmişti.
Mağdur çocukların çilesi tecavüzle bitmiyordu.
Yasa gereği bir kez heyet karşısında muayeneden geçmeleri gerekirken bazen 10 kez üst üste incelemeye alınıyorlar, yaşadıkları kötü tecrübeyi yeniden yaşamaya zorlanıyorlardı.
Üstelik tecavüzcüleriyle aynı araçla mahkemeye götürülüyorlar, büyük travma yaşıyorlardı.
* * *