Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Meslekte 30. yıl



Bu silik fotoğrafın arkasında
Nisan-1980 yazıyor.
Bahse konu Yankı dergisinin bürosu...
Bıyıklı genç gazetecinin omuzları çökmüş bile...


Yıllardır bu sayfada ben yazı yazıyorum; izninizle bu hafta yazı beni yazacak. Gazetecilikte 30’uncu, köşe yazarlığında
15. yılımı sizinle birlikte kutlayacağım.
Temmuz 1979...
O kadar uzak görünmüyor şimdi...
Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın-Yayın Yüksek Okulu’nda öğrenciydim.
1’inci sınıfı bitirmiştim.
Gazetecilik idealimdi. Ama mezunların haline baktığımda bu ideale sadece okulda okuyarak erişemeyeceğimi anlamıştım.
Subaşlarını alaylılar tutmuştu; mektepli olmak yetmezdi.
Bir an önce işbaşı yapmak ve eğitimi alanda uygulamak gerekiyordu.
12 Eylül gümbür gümbür geliyordu.
Cebeci’deki okulumuzun kantini bir devrim karargahı halini almıştı. Forumlar, baskınlar, direnişler, boykotlar rutindi.
Sazlı-sigaralı-sloganlı kantindeki forumlarda her fraksiyonun temsilcisi tek tek konuşur, adeta hamaset yarışırdı.
Fraksiyon temsilcileri lafı bitirdikten sonra demokratik solcu öğrenciler adına bir genç söz alır, “Bu konuşmalarla bir yere varamayız. Bir an önce üretime koyulmalı, iyi gazeteciler olmalıyız” diyerek “sorumlu yurttaş” konuşmaları yapardı.
Konuşması genellikle kahkahalarla karşılanan o genç, şimdi AKP milletvekili olan, 70’lerin sosyal demokrat teorisyeni Haluk Özdalga’nın kardeşi Aydın Özdalga idi.
Bizim sınıftaydı. Yine bizim sınıftan Reha Muhtar ile arkadaştı. Çalışmak istediğimi öğrenince “Yankı Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürü arkadaşımız. Onunla konuşurum” dedi.

Serüven başlıyor
Birkaç gün sonra, meslek hayatımın ilk beş yılını geçireceğim Konur Sokak 27 numaralı binanın önündeydim.
Üçüncü kata çıkıp 7 numaralı daireden içeri girdim.
Kapının tam karşısındaki oda, Hıncal Uluç’undu. Balkonda biten geniş salonda, sevgili (ve rahmetli) hocamız Nihat Subaşı volta atıyordu.
Balkonun önündeki geniş masada yine rahmetli Mülkiyeli ağabeyimiz Ömer Tarkan oturuyordu.
Ne görüştüğümüzü, nasıl anlaştığımızı hatırlamıyorum şimdi; ancak ilk maaşımın anca simit-çaya yettiği muhakkak.
Gazeteciye kız verilmeyen çağdaydık henüz...
TRT dışında televizyon şansı olmadığından ustalar bile şöhret kapısından girmemişti.
Bilgisayar yoktu... İnternet de... Cep telefonu da... Faks da...
Şehirlerarası telefon etmek için yazdırıp beklediğimiz, haberleri teleksle geçtiğimiz, çektiğimiz fotoğrafları banyoda bizzat tab ettiğimiz yıllardaydık.
Ülkeyi Ecevit yönetiyordu.
Deniz Baykal Enerji Bakanlığı yapıyordu.
Barak Obama henüz üniversitede okuyordu.
Ve Türkiye doludizgin darbeye gidiyordu.

Kışla eğitimi
Yankı, bu ortamda askere yakınlığıyla ilgi çeken ve dikkatle izlenen bir siyasi dergiydi.
Amerikan Time Dergisi’nin Türkiye şubesi gibiydi.
Bu şöhretini aynı zamanda Time’ın Türkiye temsilciliğini de yapan, sahibi, genel yayın yönetmeni ve ebedi muhabiri Mehmet Ali Kışlalı’ya borçluydu.
Meslekte ilk öğretmenim olacak Kışlalı, soyadına uygun kışla disipliniyle ünlüydü.
Okul arkadaşlarımın çoğunun tatile çıktığı o yaz, daha büroya girer girmez, ortama hakim olan sükunet ve nizamı fark etmiştim. Yüksek sesle konuşmak, telefonu uzun süre meşgul etmek, mesai saatleri içinde dışarı çıkmak, masayı dağınık bırakmak yasaktı. Kışlalı büroya gelmeden gazeteleri karıştırmak, onun siesta saatinde odasının kapısını çalmak da...  Gelen stajyerlerin çoğu bu ortama dayanamayarak kısa zamanda kaçıyordu.
Buna karşın yapılacak iş kolay görünüyordu.
Hafta boyunca Kışlalı’nın günlük gazetelerden kırmızı kalemle işaretlediği haberler kesilip konularına göre dosyalanır, hafta sonuna yakın da “yazarlar”, bu dosyaları alıp iki daktilo sayfasında özetlerdi.

Efsanevi kadro
Biriken onca kupürden, lezzetle okunacak bir toparlama çıkarmanın, en sıkıcı konuları sıkmadan okutmanın hiç de kolay olmadığını hemen anladım.
Ben başladığımda büroda bunu başarabilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu:
Başta Mehmet Ali Kışlalı...
Rahmetle anacağım hocam Ahmet Taner Kışlalı...
Ömer Tarkan... Ve Hıncal Uluç...
Aynı büroda, aynı işi benden önce yapmış, benden sonra yapacak ya da o dönem yapanlar arasında (üniversiteden ve meslekten) kimler yoktu ki;
Ertuğrul Özkök, Emre Kongar, Yalçın Küçük, Kurthan Fişek, Artun Ünsal, Önder Şenyapılı, Çelik Arıoba...
Mehmet Yakup Yılmaz, Avni Özgürel, Vecdi Seviğ, Şefik Kahramankaptan, Serhat Hürkan, Fikret ve Hikmet Bila, Yılmaz Ateş, Önder Şenyapılı, Zülfikar Doğan...
Sonradan her biri önemli imzalar haline gelecek isimlerden oluşan bu efsanevi kadroya katılmıştım.
Kendimi ikinci bir okula yazılmış gibi hissediyordum. 


Döve döve... Yaza yaza...
Yankı’da işe başladıktan iki hafta sonra Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca yakalandı.
Beni de ilk röportajıma gönderdiler.
Bahçelievler’deki MHP Genel Merkezi’ne...
Genel Başkan Yardımcısı Agah Oktay Güner’le söyleşiye...
Muhtemelen o fırtınalı günlerde bir acemiden başkası
bu işe gönüllü olmaz diye...
İlk röportajım dergide imzasız yayımlandı.
Ardından sıra “dosya yazmaya” geldi.

Sil baştan
Aslında benim için zor olan, yazı değil, şekildi.
Yazmaya bilgisayarda başlamış kuşaklara anlatmak zor:
Klavyenizde “geri ok işareti” olmadığını düşünün. Yani yazdığınız satırın dönüşü yok. Yanlış yazarsanız dönüp üzerini (xxx) işaretleriyle veya “daksil” denilen beyaz ojeyle kapatacaksınız.
Lakin Kışlalı, üzerinde hata olan bir sayfayı okumaz, her satırı düzgün yazılmış yazılar isterdi.
O yüzden sayfa sonunda tek bir hata bile yapsak, yazıyı en baştan yazmak zorundaydık.
Bu sadece şekil... İçeriğe gelince:
Yazıp masasına bıraktığımız yazılarımız geri geldiğinde hemen her satırı kırmızı kalemle çizilmiş, yanına notlar düşülmüş olurdu. Bu, “O notları dikkate alarak bir daha yaz” demekti. Bazen de öfkeyle çizilmiş tek bir kırmızı çizgi, sayfayı boydan boya katederdi. Bu ise, “Hiçbir şeye benzememiş. Sil baştan yaz” anlamına gelirdi.
Bıkmadan, yılmadan, aylarca, defalarca yeniden yazarak sonunda “Fena değil” övgüsüne mazhar olabildim.
Kışlalı dilinde bu, “Mükemmel” demekti.
Yazmak da yetmezdi. Röportaja gittiğimiz kişinin fotoğrafını çeker, gelip banyoda tab eder, cuma geceleri de mizanpaja girişip sabahlara kadar sayfalara yerleştirirdik.
Bu aşamaların herhangi birindeki bir hata, gecikme ya da disiplinsizlik, ciddi fırça yememize yol açardı.
Hadi açıkça yazayım:
Kışlalı, döve döve yazar
yaptı beni...
Yüzlerce yazıyı, binlerce kez baştan yaza yaza, devasa konuları iki sayfaya sığdırmayı, o iki sayfaya da lezzet ve mana katmayı öğrendim.

İmzasız 5 yıl
Şanslı sayılırdım:
İşe girdikten üç ay sonra derginin künyesinde “Haber Merkezi” çalışanlarının sonunda adımı görebildim.
Bir yazının altında imzamı ise, çalıştığım beş yıl boyunca göremeyecektim.
Bugün kütüphanemde özenle sakladığım siyah ciltli Yankı koleksiyonunda epeyce emeğim ve kimbilir kaç imzasız yazım var.
Mesleğin ilk basamaklarını, severek ve acı çekerek çıktım. Okuldan mezun olduğumda, çalıştığım derginin yazı işleri müdürüydüm.
Bizim kuşağın ilk yazıdan imza atıp kolayından şöhret olma şansı da yoktu; hevesi de...
Daha uzun bir yolu seçtik:
Yol tabelasında “sabır, disiplin ve emek” yazıyordu.
Onlar olmasa, Kışlalı zorlamasa belki bugünkü yerime gelemezdim.
Tesadüfen tam da bu hafta emeklilik işlemlerini yaptıran,
30 yıllık bir gazeteci olarak kendisine şükran borçluyum.

30 yıl sonra...
Şimdi bilgisayarda yazıyorum. Yanlış yazınca “geri ok işareti”ne basıp siliyorum. Yazımı İnternet’ten geçiyorum.
Ömer abi rahmetli oldu; Nihat Hoca da, Ahmet Taner Hoca da, Ecevit de...
Baykal CHP Genel Başkanı oldu; Obama Amerikan Başkanı...
Ben, hâlâ öğrenerek ve
ilk günkü iştahla yazıyorum.
Yazıya hayatımı verdim; karşılığında o da bana bir hayat verdi.
Hayır, 12 Eylül arifesinin o kanlı, köhne Türkiye’sini, telefon ve teleks başında sabırla bağlantı beklediğimiz günleri özlemiyorum.
Ama karizmaların değil yeteneklerin yarıştığı, teşhirin değil emeğin prim yaptığı, yeni gelenlerin kolayından şöhret olmak için değil, iyisinden haber yakalamak için çırpındığı bir gazeteciliği özlüyorum.
O gazetecilik döner mi?
Sanmıyorum.