"Anlayamadığımız şeyler bizim olamaz" demiş Goethe.
Fenerbahçe futbol takımını, taktiğini, hocasını, yönetimini anlayabilen var mı sizce?..
Ben anlayamıyorum şahsen!..
Aylardır "bu teknik direktör bir numara küçük" diyenlerle çatır çatır cebelleşen Başkan, neden Feyenord maçından bir gün önce bir parantez açar ve "Lorant hakkında kararı camia verir" der.
Ve neden, milyonlarca dolar değerindeki Fenerbahçe uçağını Avrupa rotasında bir planör pilotuna emanet eder.
Lorant konusunda, dün çok asabını bozan insanlarla bugün aynı şeyleri düşünürken acaba neler hisseder?
Hoca, basın tribünündeki gazeteciden kale arkasındaki UNİFEB üyesine kadar aklı başında herkesin kurabileceği takımla niye oyuncak gibi oynar.
Cin olmadan adam çarpmak gibi, kariyer sahibi olmadan taktik fantezilerini niye hayatının fırsatı Fenerbahçe’de dener?
İnsan hiç olmazsa Feyenord’a eledikten sonra yaptığı basın toplantısında biraz utanç hisseder... Lig maçının ertelendiğini hatırlayıp, "güçten düştük" lafını yutar, takımı orta sahasız çıkardığını bilip "aptalca bir gol yedik" sözünü akşam eve gittiğinde, traş aynasına saklar.
"Hocalarüstü" yardımcı teknik adam Oğuz, ne işe yarar? Utanmasalar iki teknik adam iki ayrı takım çıkaracaklar.
Washington, neden bir başkent kadar ağır ve bir ağaç kadar hareketsizdir. Revivo gençlik enerjisini hangi adreslerde tüketmektedir. Ogün, Abdullah kimden torpillidir. Yalnızları oynayan Ortega gibi bir yeteneğe yazık değil midir?
Hadi ben anlayamıyorum... Anlayan var mı; ona da rastlayamıyorum.
Sormaya korkuyorum. Fenerbahçe kimin?.
Bilen varsa lütfen mal sahibini ikaz etsin:
"Yazık oluyor güzelim kulübe ve ona gönül verenlere".
Lucescu, "Beşiktaş’ı üçüncü sayfalardan ilk sayfalara taşıyacağız" demişti... Eksik olmasınlar; İlhan ve Nouma bu işi kestirmeden hallederek, geçtiğimiz haftaya damgalarını vurdular.
İlhan meselesi, "elbirliği" ile kotarılan ve analizi toplumsal yapımız hakkında ipuçları barındıran bir ibret vesikası olduğundan, ayırıyorum.
Önce, "geç bulup çabuk kaybettiğimiz" Nouma ile ilgili sesli, daha doğrusu yazılı düşünüyorum:
- Nouma İstanbulspor maçına kendisini oyundan attırmak için mi çıktı?..
"Hoppala" diyorum kendime... "Bu da nereden çıktı"?..
- Adam, ne fizik ne de kafa olarak lige hazır değildi. İdeal kilosunu bile bulamamıştı. Üstelik eşinden ayrılmak üzere ve aklı son derece karışık. Herkes biliyor ki, televizyonların spor kanallarına "mini diziler" yapan, sürekli konuşan futbolcular, bu yola gerçekte hissettikleri bir eksiklerini kapatmak için saparlar. Tribünler 461 gündür sabırsızlanıyor. Onu sahada görmek istiyorlar. Nasıl zaman kazanacak?.. Sinyalini devre arasında yedek kulübesinde yatarak veriyor. Girdiği anda kırmızı kartlık hareket... Yetmezse tartışma...
"İyi ama" diyorum; "O tartışmaya kart göstermeyebilirdi hakem"
-Ali Aydın o anda atmasa, ihtimal devamını getirecek. Nitekim maçtan sonra Hoca’dan eşi ile problemlerini halletmek için izin istemiş. Hem, Lucescu’nun da ceza verilmemesi yönünde yazdığı rapor, insanın midesini bulandırıyor. Yani "tümdengelim" metodu ile; henüz hazır olmayan ve seyircinin özlediği bir futbolcunun, çok geçerli bir nedenle önünde uzun bir vakit var şimdi.
"Kutluyorum" kendimi... Komplo teorisyenlerinin spor dünyasına bu paranoid tespitimle yepyeni açılımlar kazandırdığım için.
Ve dehşete kapılıyorum... İçinde yaşadığımız futbol iklimi, insanın aklına bunları bile getirebildiği için.
Bizi bu berbat havalar mahvetti...
Ali Aydın, Nouma’ya "zenci" dediği için özür diledi... Ya da özür dilemek zorunda bırakıldı.
Bu olay ekranda beynimizi, fast food’da midemizi, giyim kuşamda bütçemizi kemiren Amerikan kültür emperyalizminin somut sonuçlarından biridir.
Niye özür diliyor?... Burası Amerika mı?... Türkiye’de zenci olmak ayıp değil ki... Hatta, artı değer...
Bizim bildiğimiz; zenciler, iyi koşar, iyi dans eder, iyi sporcudurlar. Onlara zulmeden beyazlardan çok daha yakındırlar gönlümüze. Zencilerin ne denli makbul olduklarını merak edenler, sınıf atlamaya çalışan burjuvazimizin çapkın bayanlarına sorsunlar.
Ali Aydın, aslında maçtan sonra doğrusunu yaptı ve Nouma adını geçirmemeye çalıştı. İsmen söylese, Fransız futbolcunun hırçınlığı çok iyi bilindiği için, önyargı çağrışımı yapabilirdi. "zenci" kelimesini ırksal bir ayrım için değil "niteleyici" olarak kullandı.
"26 numaralı oyuncu" dese daha mı kibar olacaktı?.. Ama özür dileyince "zenci" sözcüğünün aşağılayıcı bir ayrım olduğunu kabullendi. Yani özrü kabahatinden büyük oldu.
Tıpkı, özür dilemesi için baskı yapanlar gibi.
Niye özür dilemesi için israr ettiler, onlar anlatsınlar.
Hakem Ali Aydın için bir ufak not daha... O iyi bir örnek... Çünkü, yanlış görse bile gördüğü durum için kuralı uyguluyor. Kimsenin de "niyetinden" şüphesi olmuyor.
Bu, hakemlikte en sade, en temiz, en kestirme yoldur. Üstelik çok basittir. Zira, eyyam için haddinden fazla zeka ile uyanıklık gerekir. Hakemlerimize tavsiye edilir.
Ali Aydın’ı eleştirenlere mim koyun. Bu eleştirilerin sahipleri, aslında kuralların uygulanmasından rahatsız olanlardır. Kural olmayacak ki, hakemleri diledikleri gibi kullansınlar.
Haftabaşı, televizyon denilen sihirli kutudan fışkıran bir ışıkla başladı. Faik Çetiner, Bizim Stadyum’una üç kulübün başkanını toplamış; Özhan Canaydın, Aziz Yıldırım ve Serdar Bilgili, canlı yayında birbirlerine iltifatlar yağdırıyorlardı.
Ne kadar özlemiştik bu tabloyu... Ne kadar ihtiyacımız vardı.
Gerçi biz "el sıkışsınlar" derken, sadece Devlet’in dikte ettiği "deplasman yasağı", Devlet’ten alınacak "amatör yardımları" ve Devlet’e ödemek istemedikleri "vergiler" çevresinde "etten duvar olsunlar" dememiştik ama... Ne yapalım, bu bile önemli bir adımdı.
Sivrisinek ısırığı kadar iğneden korkup, hayat kurtaracak yarım litre kanını vermekten bucak bucak kaçan insanoğlu, gerektiği zaman nasıl da yalvar yakar olur cerraha:
"Lütfen beni ameliyat et..."
Çünkü hastadır... Yaşamak için kesip dikilmeyi göze almaktadır. Hatta bazı organlarını kaybetmeyi, kimi yetilerini, özgürlüklerini yitirmeyi...
Ölmekten iyidir!..
Bu "deplasman yasağı" da o hesap...
Yaşamak için ameliyat... Gençler ölmesin diye yasak...
Kaybedilen özgürlük sıralaması ise, çok titizlenilen seyahatten önce, kavga etmek ve ölmek özgürlüğü...
Herhangi bir yasağın olduğu gibi, deplasman yasağının da getireceği yararlardan bahsederek saçmalayacak değilim. Ama ne acıdır ki, gerekli görülüyor.
Bu bir fikir, deneme, falan değil...
Valilik, yani Devlet, resmen direktif vermiş üç büyüklere. "Otobüs kiralayıp, biletlerini verip, eli silahlı adamları deplasmana götürüyorsunuz, olay çıktığında da yöneticiler olarak polis ile suçlular arasına giriyorsunuz. Buna devam ederseniz sorumlusu siz olacaksınız" demiş. Üç büyükler, büyüklüklerine halel gelmesin diye açık açık söyleyemiyorlar ama mecburen boyun eğmişler. Ne kadar büyük olursanız olun, ölen bir gencin sorumluluğundan sıyrılmak kolay olmaz çünkü...
Hal böyle olunca, yöneticileri zorlamak yerine duruma entegre olmak en hayırlısı "seyirci taraftar" için. "Eylemci taraftarlara" gelince, onlar kan görmek istiyorlarsa ilk rasladıkları Kızılay çadırına girsin, sedyeye uzansın...
Onlar da bizim insanımız... Kimse "ameliyata" muhtaç olmasın.
En sonunda Hakan Ünsal’ı da yuvaya döndüren Fatih Hoca’ya:
"Aynı suda ikinci kez yıkanamazsınız" / Anaksagoras