Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” der Yaşar Güvenir, Zeki Müren’in unutulmaz bestelerinden birinde. Hasretine alışmıştır zira, gel dese de gidemeyeceğini düşünür. Ve ilginçtir, şarkı “Sensiz saadet neymiş, tatmadım bilemem ki” diye başlar. Bir ‘mutluluk’ tarifidir bu ama güftenin sahibi ‘saadet’ kelimesini seçmiştir. Bu kelimenin doğasında uzaklık vardır biraz, biraz imkânsızlık ve evet bir parça da mutsuzluk. Hüzünlü ama büyük mutlulukları anlatmaya mutluluk kelimesinin gücü yetmez sanki. Bu paye ‘saadet’indir.
Şarkıların yanı sıra, romanlarda, şiirlerde, siyah beyaz Türk filmlerinde rastladığımız bu kelime, bu kez bir serginin adı ve içeriğiyle karşımızda. Yasemin Özcan’ın Karaköy’deki .artsümer’de açılan sergisi ‘Saadet Çıkmazı’. Aslında her şey sanatçının son dört yıldır etrafında gezindiği birtakım kelimelerle başlamış: Adalet, hak, hukuk, eşitlik, toplumsal cinsiyet, kadın olmak... Bu kavramlar onu önce ‘çıkmaz’ sözcüğüne taşımış. Ardından da ‘saadet’e... “Mutluluk daha mümkün durumları hatırlatırken saadet uzak bir ihtimali çağrıştırdığı için” diyor. Uzak bir ihtimal de olsa her çıkmazdan bir çıkış olacağına inanan sanatçı, eserlerini de bu tema etrafında toplamış.
Yiğit Özgür’ün meşhur karikatüründe, siyah gür saçlı genç sorar: “Refik Abi, sence ben ruh hastası mıyım?” Refik Abi yanıt verir: “Yok be oğlum”. İkinci karede ikisi birden dans etmeye başlar. Genç arkadaşımız “O zaman dans!!!” derken Refik Abi “Renk!!!” diyerek eşlik eder ona. Çoğumuz sosyal medyada ve günlük konuşmalarda popülerliğini koruyan bu karikatürdeki gibiyiz aslında. Türkiye’de ve dünyada olup biten tatsız, can sıkıcı, can yakıcı olaylar karşısında deliliğimizden şüpheleniyor, sonra da deliliğe vuruyoruz kendimizi. İşte Yiğit Özgür’ün bu karikatüründen esinlenen güzel bir sergi açıldı artnivo.com project space’te: ‘O Zaman Renk’. İçinde bulunduğumuz delilik haline gönderme yapan sergi, bu durumla mücadele çabamızı karikatürize eden yaklaşımıyla 12 sanatçıyı bir araya getiriyor.
Duvara yerleştirilmiş ayna
Selen Sarıoğlu’nun küratörlüğünü yaptığı sergide Selin Balcı, Basako, Zeynep Beler, Burçak Bingöl, Elif Boyner, Ahmet Civelek, Sibel Diker, Alican Leblebici, Lara Ögel, Ardan Özmenoğlu, Nejat Satı ve Güneş Terkol’un işleri yer alıyor.
Serginin en dikkat çeken işlerinden birinde Ardan Özmenoğlu’nun imzası var. Duvara yerleştirilmiş bir ayna ve kırmızı neon ışıklarıyla
Kendisiyle hiç ilişki kurmamış insanlar vardır. Bir kez olsun içine dokunmamış. Biraz durup bakmamış. Aynadaki suretini görmekten ödü kopmuş. Nerden gelmiş, nereye gidermiş, hiç bilmemiş... Çektiği yaşam kredisinden doğan doğal ölüm borcunu düşünmemiş. Hayatları ‘doğmuş, büyümüş, ölmüş’ diye özetlenebilecek bu insanların sinemadaki en çarpıcı örneklerinden birine bu hafta gösterime giren Seren Yüce’nin filmi “Rüzgarda Salınan Nilüfer”de rastladım. Üst orta sınıf mensubu bir kadını eksenine alan filmin ana karakteri Handan (Songül Öden) bir leasing şirketi olan kocası Korhan (Tolga Tekin) ve kızları Aleyna (Duru Lal Pekel) ile birlikte yaşıyor. Görünürde pırıltılar saçan bir evlilikleri var. Bağdat Caddesi’nde şahane bir ev, son model araba, anlayışlı bir koca, hayatı mükemmelliğe programlayan bir kadın ve elbette proje bir çocuk, henüz 10 yaşında, restoranda keçi peyniri salatası siparişi veren... Ama işte canı sıkılıyor Handan’ın. Ne yapsın? Bir kafe mi açmalı, gardırobu mu yenilemeli yoksa ailecek görüştükleri arkadaşı Şermin (Tülay Günal) gibi roman mı yazmalı? Derken alışveriş yaptığı bir gün güzel bir laptop görüyor vitrinde. Kocasına kızdığı bir başka gün de kredi kartıyla
1990’lı yıllarda Kaliforniya’da Lula Ann adında bir kız çocuğu gelir dünyaya. Gece kadar siyah bir kız çocuğu. Siyahların ne kadar az siyahsa o kadar çok itibar gördüğü bir dünyaya böyle bir kız çocuğu getirdiği için üzüntüden, utançtan perişan olur anne Sweetness. Onu yetimhaneye vermeyi bile düşünür. Kocası Louis, bu kadar siyah bir çocuğun kendisinden olamayacağını düşünerek evi terk eder. Anne kız baş başa kalırlar. Kızının rengini her ikisinin de taşıdığı bir kambur gibi gören Sweetness, onunla mümkün olduğu kadar az iletişim kurar. Dokunmaz, sevmez, kötü muamele etmekten çekinmez ona. Annesine o kadar hasrettir ki Lula Ann, sırf onun gözüne girebilmek için, masum bir kadının hayatını karartır çocuk denecek yaşta. Daha sonraları tüm yaşamı boyunca vicdan azabını çekeceği bu olayı şöyle açıklayacaktır: “Annem elimi tutsun diye!”
Gel zaman git zaman Lula Ann büyür. Adını Bride olarak değiştirir. Sıfırdan başladığı kozmetik işinde direktörlüğe kadar yükselir. Uzun boylu, zarif, herkesin hayranlıkla baktığı güzel bir genç kadın olur. Tasarımcı bir arkadaşının önerisiyle sadece beyaz giyerek, tüm güzelliğini olanca çarpıcılığıyla yansıtır etrafa.
Her şey yolunda giderken bir
'80'li yıllarda evimizin başköşesinde dururdu kılıç çiçeği. Biri babama söylemiş, boyu bir metreye ulaşırsa ev sahibi olursun, diye. O da bakıp büyütmüş. Babam sahiden de ev sahibi olmuş. Salondaki tavandan kristal taşlı avize sarkardı. Annem taşları viski dolu kadehlere batırıp çıkararak parlatırdı. Tüplü televizyonun üstü başta olmak üzere, yemek masasının, koltukların, orta sehpasının velhasıl evin her yanında dantel örtüler vardı, el emeği göz nuru. Merdaneli çamaşır makinesi pazar günleri açılırdı. Banyoda mavi bir termosifonla ısınırdı su. Hemen her evde olduğu gibi bizimkinde de bir çekyat vardı. Rahatsız mı rahatsız, yeşil minderli... '90'lardan sonra sırayla kayboldu her biri... Bütün bunları bu hafta SALT Galata'da açılan 'Tek ve Çok' sergisini gezerken hatırladım. Eşyanın üretimi ve dolaşımıyla ilgili muazzam bir sergi bu… '80'li yıllarda dolaşımda olan nesnelerden oluşan sergi, bu döneme bakarken, 1955 ve 1995 yıllarını da gözden geçiriyor aynı konu bağlamında. Otomotivden beyaz eşyaya, oyuncaktan, tekstile, gıdaya çeşitli endüstrilerden eşyaları ve hikâyeleri bir araya getiren sergide fotoğraflardan, çizimlerden, videolardan ve nesnelerden faydalanılmış. Sergi
Franz Kafka’nın babasına yazdığı, edebiyat tarihinin en dokunaklı metinlerinden biri olan ‘Babaya Mektup’un yeni baskısı bu hafta İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıktı. Kafka’nın 1919’da nişanlanması ve babasının bu nişana karşı çıkması üzerine kaleme aldığı mektup hiçbir zaman baba Hermann Kafka’ya verilmedi. Mektup her ne kadar sahibine ulaşmasa da Kafka’nın psikolojisi, edebiyatının kaynakları hakkında önemli bilgiler verir. Öte yandan baba oğul arasındaki netameli ilişkinin şifreleriyle ilgili çok şey söyler.
Babası tarafından onaylanmak istenen alacaklı çocuktur Kafka. Ne var ki babası bu ihtiyacını görmezden gelir, göremez ya da. Mektupta Kafka iç dünyasının kuytularında gezinip, kendisiyle ilgili derin analizler yaparken, bunların babasıyla
ilişkisini de bütün içtenliğiyle ortaya koyar.
Derin bir suçluluk duygusu mektubun tamamına yayılır. “Hakkımdaki yargını özetlersen, beni doğrudan ahlaka aykırı ya da kötü
bir davranışla değil (son evlilik girişimim dışında belki) ama soğuklukla
el gibi durmakla ve nankörlükle suçladığın ortaya çıkıyor,” der mektubunun başında. Yine ilk satırlarda fark ederiz ki, aslında babasına çok hayrandır Kafka, ona tam dokunamamanın da
Sinema yazarları Woody Allen’ın vizyonda olan yeni filmi ‘Cafe Society’ye mesafeli yaklaştı. Filmi sevmekle birlikte, filmografisinin en iyileri sınıfına dahil etmedi. Gerçekten de bir ‘Blue Jasmine’le kıyaslanamaz bile. Ya da ‘Match Point’ ile. Ama yine de aşka dair değerli sorular sordurması bakımından önemli bir film.
Film Hollywood’da açılıyor. Annesinden, babasına, ablasından abisine epey ilginç hatta tuhaf karakterlerle dolu bir evde büyüyen Bobby Dorfman, New York’ta yaşayan ailenin kuyumcu dükkanında çalışıyor. Ama bir süre sonra bu işten sıkılıp kendine yeni bir hayat kurmak üzere Hollywood’daki amcasının yanına gidiyor. 1930’lı yıllardayız ve amca Phil, döneminin en parlak yıldızlarının menajerliğini yapıyor. Boby’ye yanında getir götür işi veriyor. Ayrıca sekreteri Vonnie’yi de onunla ilgilenmesi için görevlendiriyor. Karşısına çıkan dünyanın şaşaası, rengârenkliği, dedikoduları, ilişkileri, güzel kadınları ilk anda büyülüyor Bobby’yi. Ama kısa zaman sonra bütün bu debdebenin gerçekliğinden şüpheleniyor. Bu süreçte Vonnie’ye ilgi duymaya başlıyor. Onun bir ilişkisi olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğruyor ama arkadaşlıkları da sürüyor bir yandan. Günün birinde Vonnie
Bu haftanın en çok konuşulan haberlerinden biri de Yale Üniversitesi’nin yaptığı kitap araştırmasıydı. Araştırmaya göre, kitap okuyanlar okumayanlara oranla ortalama iki yıl daha uzun yaşıyor. Konuyla ilgili haberlerde, bunun nedeniyle ilgili bir bilgi yoktu. Ama anlaması çok da güç değil. Severek okuduğunuz bir kitabın dünyasına girip, karakterleriyle arkadaş olmak, onların hayat hikâyeleriyle zenginleşmek, gülmekten ağlamaya her türlü duyguyu deneyimlemek ömre ömür katmaz mı? Deneme, öykü, tiyatro, roman, şiir; hangi tür olursa olsun, ölümlü olduğunu bilmek gibi bir dramı olan insana sayfalar dolusu yaşama enerjisi vermez mi? Öğrenmek insana iyi gelmez mi? Araştırmanın beyinle, nöronlarla vs. ilişkisi de vardır eminim. Bunlar benim naçizane çıkarımlarım. Ne kadar uzun yaşarım bilmiyorum ama kitaplarla geçirdiğim her an mutlu bir hayatım oldu, olmaya devam ediyor. Eklenecekse ömrüme o iki sene, onu da kitap okuyarak geçirmeye talibim.
Öneriler sıralanıyor
Bu haberden sonra okumaya niyetlenenler için dün çıkan Milliyet Cumartesi’nde güzel bir haber vardı. Yazarlar, eleştirmenler, bu araştırmadan sonra okumaya başlayacaklar için kitap önerilerini sıralıyordu. Eğer kaçırdıysanız