Doksan yaşında bir demans hastası Zev. Onunla, Atom Egoyan’ın yeni filmi ‘Remember/Hatırla’da tanıştık. Christopher Plummer’ın şahane bir performansla canlandırdığı karakter, hafıza, hatırlamak, unutmak, kendinle ve gerçeklerle yüzleşmek kavramlarıyla ilgili bildiklerimizi temize çektiriyor. Auschwitz’in açtığı yaranın aradan yıllar geçse de unutulmadığı bilgisini... Biri demanslı olan, diğeri oksijen tüpüyle yaşayan iki yaşlı insanın zihninde...
Bir yaşlılar yurdunda karşılaşıyoruz Zev’le. Eşi Ruth’u yeni kaybetmiş. Beş dakika uyuyacak olsa, uyandığında ilk sorusu “Ruth nerede?” oluyor. Kısa sürede onun artık olmadığını fark ediyor. Ama işte her gözünü açıp kapadığında sevdiği insanı kaybetmenin acısını yeniden ‘hatırlıyor’, canı yanıyor.
Böyle zorlu günlerde zorlu bir yolculuğa çıkıyor Zev. Amacı yurttan arkadaşı Max’in ailesini katleden, kendisinin de zulmünden nasibini aldığı Auschwitz toplama kampındaki bölge müdürünü bulmak ve öldürmek. İyi de demanslı bir hasta bunu nasıl yapacak? Bunun çözümünü, oksijenini tüpten sağlayan yaşıtı Max buluyor. Zev için uzun bir mektup kaleme alıyor. Ne yapacağını, niye yapacağını, nasıl yapacağını anlatan... Yol boyu bu mektup Zev’in
Dar zamanların en iyi ilaçlarından biri de klasiklerdir. Bulunduğu yerden ve şartlardan kendi zamanına, mekânına çekip ağırlar okuru. Olay örgüsü ilmek ilmek dokunurken ne gam kalır insanda ne kasavet. Tam da bugünlerde, uzmanlar darbe travmasının etkilerinden kurtulmak için sanatı, edebiyatı işaret ediyorken, yapılacak en iyi şeylerden biri de klasiklere sığınmak. Onlar korur, onlar kollar, onlar sahiden de iyi gelir. Seçenek elbette çok ama hazır bu hafta Alfa Yayınları’ndan yeni bir baskısı çıkmışken, Charles Dickens’ın ‘Bir Yılbaşı Şarkısı’nı önermek istiyorum. Son olarak 2009’da ‘A Christmas Carol / Yeni Yıl Şarkısı’ adıyla Robert Zemeckis’in yönettiği, Jim Carrey’nin başrolünü oynadığı animasyonda sinema uyarlamasını izlemiştik. Yeni yıla yakın her yıl televizyon kanallarında gösterilmeye devam eder. Kitabın yeni baskısını görmek beni mutlu etti doğrusu. Sayfalarına kapanıp saatler geçirdim. Uzmanlar haklı. Mutlu oldum. Kendimi iyi hissettim. İlk okumamdan daha çok...
Noel hikâyelerinin en güzellerinden biri aslında... İyi insan olmanın manifestolarından da biri aynı zamanda... Huysuz, aksi, cimri, sert yalnız bir adam, kahramanımız yaşlı Scrooge. Dickens karakterini
Edebiyat dünyasına üç kadın kahraman daha katıldı: Elif Şafak’ın son romanı ‘Havva’nın Üç Kızı’ndaki Şirin, Mona ve Peri. Yazarının tanımıyla ilki günahkâr, ikincisi inanan, üçüncüsü de şaşkın. Kitap, şaşkın ve mütereddit Peri’yi merkeze alarak ilerliyor. Onun yaşadığı tereddütleri sağlam bir roman örgüsü içinde, merakı her daim diri tutan bir anlatımla izliyoruz. Pırıl pırıl Türkçesi de cabası.
İstanbul’un Anadolu yakasında, alt orta sınıf bir mahallede, Dilsiz Şair Sokağı’ndaki evinde her akşam birkaç kadehle demlenen Atatürkçü bir baba ve namazında niyazında dindar bir annenin arasında sıkışıp kalarak geçiyor Peri’nin ilk gençliği. Birbirini hiç sevmemiş olan anne babasının üç çocuğundan biri olarak. Annesinin dindar algısıyla babasının laik Tanrısı’nı birleştirmenin yollarını arayıp duruyor ki ikisinin arasında bir sulh sağlanabilsin. Sırf bu yüzden ne Allah kelimesini kullanıyor ne Tanrı’yı. Rab demeyi tercih ediyor.
Liseyi birincilikle bitirdikten sonra Oxford Üniversitesi’ne gitmeye karar veriyor. Gidişinin öncesinde güncesine yazdığı satırlar onun da, romanın da hikâyesini özetliyor bir bakıma: “Ben ne annem gibi dindarım, ne babam gibi kâinatın, beş duyumla kavradığım
Bozorg Alevi, modern İran edebiyatının kurucularından biri. 1904 Tahran doğumlu. Eğitimini İran’da tamamladıktan sonra 1922’de Berlin’e gider. Almancadan Farsçaya çeviriler yapar. Freud’un ve Marksizmin etkisinde kalır. Beş yıl sonra ülkesine dönüp öğretmenliğe başlar. 1932’de geleneksel İran edebiyatına ağır eleştiriler getiren Rab’a Kulübü’nü kurar. Sosyalist bir grupla olan bağlantıları gerekçe gösterilerek hapse atılır. 1937-41 arası tutuklu kalır. Bu süreçte sosyalist arkadaşlarının hapiste yaşadığı zorlukları anlatan ‘Elli Üç Kişi’ ile ‘Zindan Notları’nı yazar. II. Dünya Savaşı sonrası gittiği Özbekistan izlenimlerini ‘Özbekler’ adlı kitabında anlatır. 1954’te İran’dan ayrılarak Almanya’ya sığınmak zorunda kalır. Burada Humboldt Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak çalışır. 1997’de Berlin’de hayata veda eder.
Uzun bir hikâyesi var Alevi’nin. Romanları, öyküleri, incelemeleri... Bunların içinde en bilinen ise ‘Çeşmhayeş/Gözleri’ adlı romanı. Kitap Türkçeye çevrilerek Kasım 2015’de Fabula Kitap’tan çıkmış. Ben geçtiğimiz hafta haberdar oldum. Türk edebiyatını dünyaya tanıtmaya devam eden Kalem Ajans’ın kurucu sahibi sevgili Nermin Mollaoğlu sayesinde. “Tatile
Çok güzel torun yarası sarar babaanneler... Çocukluk yaralarını, ilk gençliktekileri. Ah keşke orta yaşlarımıza da yetişseler ama işte hayat... Yaşadıkları onca seneden süzdükleri tecrübeleri şifa kaynağıdır. Bir de en az anne baba kadar koşulsuz severler, sevgileriyle iyileştirirler. Anlayışlıdırlar, bir başka güzeldir şefkatleri, yaşlarıyla büyüyen merhametleri... Bu arada anneannelerin hakkı saklı tabii.
Bu yara sarmada mahir kadınların en etkileyicilerinden birine geçtiğimiz hafta vizyona giren Serkan Özarslan’ın yazıp yönettiği ‘Babaannem’de rastladım: Zehra Hanım. Meral Çetinkaya’nın ustaların ustası yorumuyla. 20’li yaşlarındaki Mehmet’in babaannesi o. Annesiyle babasını aynı kazada kaybediyor Mehmet. Yarasının kabuk bağlamasına fırsat bile bulamıyor; her ikisinin de dolandırıcı olduğunu öğreniyor. Öyle çok güçlü bir çocuk değil. Yaşadığı travmanın ağırlığına dayanamayıp intihara teşebbüs ediyor. Hastanedeki yatağında yatarken, başında bekleyen babaannesi Zehra, torununun açık yarasını iyileştirmek için söz veriyor.
Babaanne-torun hastane sürecinin ardından, babaannenin babadan kalma evine taşınıyorlar, İzmir’den uzakta, gözden ırak bir İstanbul mahallesine. İlk günler
Korku, en temel duygularımızdan biri kuşkusuz... En başta, bütün hayatımız boyunca ölüm korkusuyla sınanıyoruz. Başarısız olmaktan, işimizi kaybetmekten, yalnız kalmaktan, savaşlardan ve daha birçok şeyden korkuyoruz. Çeşidi bol bu evrensel duygudan sanat da çok fazla beslenmiş. Munch’un ‘Çığlık’ tablosu, Albrecht Dürer’in ‘Resimlerle Kıyamet’i, Gustave Courbet’nin ‘The Man Made Mad By Fear’ı, Caravaggio’nun ‘Judith Beheading Holofernes’i, Vincent van Gogh’un ‘Skull with a burning cigarette’i, Salvador Dali’nin ‘The Face of War’u, Rubens’le Goya’nın ayrı ayrı tasvir ettikleri ‘Çocuklarını Yiyen Satürn’ konulu tabloları...
Korku günümüz sanatını da etkilemeye devam ediyor. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de. Bozlu Art Project Nişantaşı’nda açılan ‘Korku/Fear’ sergisinde, çeşitli disiplinlerden 12 sanatçı korku kavramını sorguluyor. Gerçekten her biri çok etkileyici bu 12 eser, kendi korkularımızla yüzleşmemizi de
sağlıyor. Sergiyi küratörü Özlem İnay Erten ile birlikte gezdik.
En ilginç işlerden biri Meliha Sözeri’nin ‘Estetik Tehdit’i. Tellerle yapılmış kozmetik ürünler yer alıyor eserde. Şeker gibi duruyorlar ama sahiden de öyleler mi? İşte Sözeri’nin eseri, kimisinin içinde çok
İnsan olmak üzerine yazılmış güzel bir kitap çıktı geçtiğimiz günlerde Doğan Kitap’tan. Psikiyatr Gülcan Özer’in ‘Herkes Kendi Hayatının Kahramanı’ adını taşıyan kitabı... “Aşkta, evlilikte, ilişkilerde valizimizde getirdiklerimiz” üzerine yazılmış. Bu konularda söylenmedik ne kaldı ki diye düşünmeyin. Sıradan psikoloji kitaplarına benzemiyor. Bir kere bilginin Tanrı katından seslenmiyor okura, günlük hayatın içinde dolaşarak söylüyor söyleyeceğini. Hepimizin bildiği, dert edindiği örnekler üzerinden, gülümseterek konuşuyor. Lafını dolandırmıyor. Eğlenceli bir üslubu var. Özer’in terapi koltuğuna oturuyor, kitap boyu da oradan kalkmak istemiyorsunuz.
Aşk için cesareti şart koşuyor yazar: “Âşık olmak cesur olmayı gerektirir. Duygusundan korkan, arkasını sağlama almayı hayat düsturu yapan, kontrolüm her şeyimdir diyen âşık olamaz. Olsa olsa heyecan kıpırtıları hisseder, ondan da kaçar zaten.“
Aşk olmadan evlilik olur mu olmaz mı gibi klişelerle uğraşmıyor, yepyeni pencereler açıyor, yepyeni farkındalıklara davet ediyor: “Aşk, görme bozukluğudur, denir. Bu kıymetli ve şahane duygu yavaşlamadan evlenmeyin. Şöyle ağız tadıyla kavga edip yola devam edebileceğini görmeden evlenmemeli
Adalet Sümer 1951’de sınavla Ankara Radyosu’na girmiştir. Radyo oyunlarına, piyeslere imzalar atan yazar, sabahlara kadar da onu gelecekte Türk edebiyatının altın kalemi yapacak yazılarına devam ediyordur. Cumhuriyet’in genç kuşak mühendislerinden, Teknik Üniversite mezunu Halim Ağaoğlu ile ‘evlenmeye karşı’ olduğu halde 15 Aralık 1954’te evlenir, Ankara Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu Adalet Sümer. Çünkü her şeyden önce çok iyi arkadaştırlar. Halim Bey, sadece Adalet Hanım’a değil, bütün sanatçılara ‘müthiş bir ilgi, sevgi ve saygı’ duymaktadır. Ayrıca eşittir ilişkileri. Sevdiği kadar sevilir, sevildiği kadar sever. Ekonomik özgürlüğüne düşkün yazarın da eşinin de birer maaşı vardır. Kimse kimseye muhtaç değildir. Kendi deyişiyle “Hiç koca parası yememiştir” Adalet Ağaoğlu. Değil mi ki henüz 22-23 yaşlarında Paris’te ‘tabut’ gibi küçücük bir odada, kimseyi tanımadan aç biilaç yaşamayı becerebilmiş, onun doğuştan gelen bir tek başına ayakta kalma bilgisi, yeteneği vardır zaten.
Adalet Ağaoğlu, yazdıklarını yayımlanmadan önce sadece Halim Ağaoğlu’na okutur. Eşi, büyük bir aşkla bağlı olduğu kadını, yazar olarak da başından itibaren destekler. Adalet Ağaoğlu ilk kitabı