Abdullah Öcalan’la röportaj için haberleşme noktası Beyrut’tu.
Beni otelimde bulup gidiş gününü bildireceklerdi.
Aradaki zamanı büyükelçiyle konuşarak, bilgi alarak değerlendirdim.
“Şehri de gezmek istediğimi” söyledim.
“Güzel yerler hâlâ var ama bir bölümü harap halde” dediler.
Gerçekten kentin Hıristiyan bölgesine giderken, Beyrut’un kordonu diyebileceğimiz caddeler, sokaklar bomboştu.
Kediler köpekler dolaşıyordu.
Yüzlerce belki binlerce güzelim apartman çiçek bozuğu surat görünümündeydi.
Milyonlarca mermiyle yüzeyleri delik deşikti.
Sıvalar dökülmüştü.
İç acıtıcı bir görüntüydü.
Nasıl da hazindi.
......................
O günlerde kafamı kurcalayan bir soru vardı:
Bekaa’daki kampa giderek Apo’yla röportaj yapmak gazetecilik tavrıydı.
Ama...
Acaba doğru muydu?
O çiçek bozuğu suratlı Beyrut kordonu bana aradığım cevabı verdi.
“Allah’ım Türkiye’mi böyle bir iç savaştan koru.
Eğer bu röportajın kanın durmasına zerre kadar bile katkısı olacaksa Bekaa gitmeme değer.”
.....................
Dün çıkan olaylarda araçlar yakıldı, insanlarımız öldü. Sokağa çıkma yasakları kondu.
Bütün bunlar kötü, düşündürücü.
Akılcı ve sağduyulu olmalıyız.
Böyle olaylarla Kobani’deki insanları Ankara’nın daha aktif bir tavırla korumaya alması kolaylaşmaz, tersine, daha da zorlaşır.
Kobani’deki komşularımız için oluşan olumlu sempati, barbarlıkla, vandallıkla yaralanır.
Başta HDP olmak üzere herkesin sağduyuyu paylaşması gerekir.
Ankara’nın da bir kavşakta olduğu ve hangi tercihi yapacağının zorluğu içinde bulunduğunu belirtmeliyim.
Ankara’nın nabzını iyi tutan Muharrem Sarıkaya şöyle yazıyor:
TÜRKİYE, Kobani’de yaşanan savaş bu noktaya gelmeden, “Yurttaşlarımın akrabaları korumasız kalmış ise onlar da sorumluluğum altındadır” tavrını koyabilir miydi?
Aslında bu tavrına gerekçe olarak, başka bölgelerde geçmişte sergilediği davranışlarını zemin de gösterebilirdi.
“Bosna’da, Karadağ’da, Karabağ’da, hatta Açe’de hangi duruşu sergilediysek, burada da aynısını yapıyoruz” diyebilirdi.
Kız alıp oğlan evlendirdiği, yurttaşlarının akrabalarının yaşadığı karşı köyde çıkan yangına su sıkmak için, ülke başkanının ayrılmasını şart koşmayabilirdi...
Ya da bugünkü pozisyonunu koruyup yakın ve uzak tehlike olarak gördüğü yanı başındaki PYD ve IŞİD çatışmasını, “Ne haliniz varsa görün, yiyin bitirin birbirinizi” deyip izlemekle yetinebilir...
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün Gaziantep’te de dile getirdiği gibi, “IŞİD kadar PKK da benim için terör örgütüdür” politikasını sürdürür.
HANGİSİ DAHA ELZEM?
Bu durumda Ankara’nın yakın gelecekte karşılaşacağı şu soruya yanıt bulması gerekir:
“Kobani’nin düşmesi mi, yoksa PYD’nin elinde bu haliyle kalması mı kendisi için daha iyidir?”
Yani, sınırının dibinde hangisi daha ehven-i şer veya elzem; kanton yapılanması nedeniyle yakın gelecekte tehdit olarak gördüğü PKK’nın uzantısı PYD mi?
Uzun vadede tehdit yaratacak IŞİD mi? Ankara meseleye, “Meydani Ekbez, Resulayn, Derbesiye, Kamışlı, Andivar’da PYD bayrağı dalgalanıyorsa; IŞİD bayraklarının uzun süredir dalgalandığı Keseb, Azmarin, Bab El Hava, Es Selame, El Rai, Carablus ve Telabyad’a Kobani de (Ayn-el Arab) eklenmiş olur” diye bakabilir.
Ancak bu politika, Ankara’yı rahat ettireceği anlamı taşımaz...
Önceki gece bazı illerde yaşanan eylemler de gösterdi ki Kobani düşerse, yeniden alınması propaganda aracı haline getirilir.
Suruç ve Mürşitpınar son iki haftada sıklıkla görüldüğü gibi eylem alanından çıkıp çatışma alanına dönüşür.
Burada da kalmaz, bölgede zaten var olan “Kobani direnirken birileri halay çekiyor” söylentisi ısıtılır, etnik çatışmayı birileri alevlendirmek için benzin püskürtür.
..............
Evet...
Artık sadece “PKK mı, IŞİD mi” ile sınırlı değil sorun.
Türkiye’deki sosyal “dışavurum” da ağırlık koyuyor.