Geçmişe dönseniz, neyi değiştirirdiniz?

10 Ekim 2008

Gazeteciliği seviyorum ama en büyük hayalim bilim-kurgu / fantastik türde romanlar yazmak ve bunların filmlerinin çekilmesi. Hatta, film  senoryalarını da yazmak ve kafamdaki sahnelerin hayal ettiğim gibi çekilebilmesi için zihnimdeki görüntüleri resimlemek. Hayal dünyamdaki   öykülere baktığımda, zihnimi  meşgul eden şey, “zaman” konusu.  
Bu nedenle, Tony Scott’un “Deja Vu” adlı filmini bir kez daha izlerken, “zamanda pencere açarak geçmişe bakmak” fikri, benim zihnimde de yeni algı pencereleri açtı. Çoğu insana “Olmaz böyle şey” dedirten ama zaman içinde gerçekleştiğinde kanıksadığımız bu türden fikirlerin, “Neden olmasın” diyenler tarafından hayata geçirildiğine inanıyorum.
Zamanı geriye almak
Filmde, New Orleans polis teşkilatının kullanmaya başladığı ancak gizli tutulan bir teknoloji ile, dört gün öncesine kadar geçmişe dönülebiliyor, olanların henüz yaşanmadan öncesi görülüyordu. Üstelik

Yazının Devamı

Gerçek aşk güzelleştirir

3 Ekim 2008

Aynaya baktığında kendini gerçekten güzel bulan kaç kadın vardır acaba? Ama, cildi, gözleri veya saçlarının rengi farklı, elmacık kemiklerinin, çenesinin, burnunun, dudaklarının veya dişlerinin biçimi değişik, göğüsleri veya kalçaları biraz daha küçük veya büyük, boyu daha uzun veya kısa olsa daha güzel görüneceğini düşünmeden...




Yönetmen Lee Tamahori’nin “Next” adlı filminde, iki dakika sonrasına kadar geleceğini görebilen Chris Johnson için tek istisna, gerçek aşkı yaşayacağını ve geleceğini paylaşacağını gördüğü Liz idi. İki dakikadan çok daha ilerisini görmüştü. İkinci kez izledim filmi. Ama, çok ilgimi çeken fantastik kurgu türünde başarılı bulduğum bir örnek olduğu için değil sadece. Chris’in, geleceği görebilme yeteneği sayesinde bulabildiği Liz’e baktığında, ona neden âşık olacağını anladığı anı da anlamlı bulduğum ve “güzellik” konusunda yazacaklarıma ilham verdiği için  izledim.

Yazının Devamı

Bükemediğimiz kaşığın karşısında eğilmek

26 Eylül 2008

Yeni bir şey deneyeceğimde, iki şey düşünürüm. “Bunu yapabilen biri olduğuna göre, ben de yapabilirim” derim. Yapmak istediğimi o güne kadar yapan biri olup olmadığını bilmediğimde de, “Bunu yapmak aklıma geldiğine ve olası sonucuna ilişkin hayaller kurabildiğime göre, ilk yapan neden ben olmayayım” diye düşünürüm. Yapamasam bile hayalini kurmaktan vazgeçmem. Çünkü, insanoğlunun ortak imaj havzasına kattığım bu hayalimi ben gerçekleştire-mesem bile, bir gün o havuzdan ilham alacak biri tarafından gerçekleştirileceğine, aslında “olamaz” denilen birçok şeyin de bu şekilde gerçekleştirildiğine inanırım.
Hayal kırıklığı yaşamak
“The Matrix” filminde, Neo’nun metal bir kaşığı zihin gücüyle nasıl eğdiğini gördüğünüzde veya bunu yapabilen Uri Geller’i televizyonda izlediğinizde, elinize bir kaşık alıp eğmeyi denediniz mi siz de?
Ben denedim. “İnsanın zihninin, yaratıcılğının, yapabileceklerinin sınırlarını kim biliyor, neden olmasın” dedim. Kaşığa konsantre oldum.

Yazının Devamı

En estetik tokat

19 Eylül 2008

Seviyorum masalları. Büyüdüğümüzde acı verecek gerçekleri, parlak ambalajlardaki şeker tadında kaydediyor zihnimize, çocukluğu-muzun masumiyetinde.
Tıpkı, “en güzel kadın” olma hırsıyla her şeyi yapan üvey annesinin, masum, güzel, iyi kalpli prensese baktığında, ne kadar yaşlı, çirkin ve kötü olduğunu görmesinin acı verici olduğunu anlamamızı sağlayan “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” gibi. Masaldaki, sadece “gerçeği” gösteren ve “Ayna ayna, söyle bana. En güzel kim?” diye soran kraliçeye prensesin görüntüsünü yansıtan, yaşlı ve  çirkin olduğu gerçeğini yüzüne tokat gibi  vuran “sihirli ayna”-nın, aslında “başkası” olduğunu bilmemiz gibi...
Tek başınayken dingin olduğumuzu, başkasının varlığının ve bakışının bizi nesneye indirgediğini  gören ve “Cehennemdir başkaları” diyen?Sartre, kendimize bir başkasının gözlerinden bakmanın bazen ne kadar acı verici olduğunu vurguluyor olmalı.
Radikal gazetesinden Perihan

Yazının Devamı

Suda yazılan kader

12 Eylül 2008

Japon Bilim Adamı Prof. Dr. Masaru Emoto’nun “Suyun Gizli Mesajı” adlı kitabındaki 70’ten fazla su kristalinin resmi birkaç yıl önce mail zinciriyle ulaştığında, gözlerime inanamıştım. Emoto’nun fotoğraflamayı başardığı kristallerden, pozitif duygu ve düşünceleri yansıtanların görüntüsü çok güzeldi.
“Su, cansız bir madde değil. Canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşuyor. Çevresinden pozitif ve negatif bilgileri alıyor ve ona göre tepki veriyor” diyen Emoto, su kristallerinin dış etkilere çok değişik şekillerde reaksiyon gösterdiğini, müzik, söz ve kavramlara da tepki verdiğini, ayrıca duyguları ve şuuru da kaydettiğini ortaya çıkarmıştı. Emoto, araştırmalarıyla suyun sadece hafızasının ve bilgi taşıyıcı özelliğinin olmadığını, sevgi titreşimini de yansıttığını kanıtlamıştı. Mikrodalga fırında ısıtılan, cep telefonu, televizyon ve bilgisayar yakınında tutulan, heavy-metal müzik çalınan ortamda bulunan sudan, biçimsiz kristaller ortaya çıktığını belirlemişti.




Resimleri

Yazının Devamı

Aşk çocuğu olmak ‘şans’ mı gerçekten?

5 Eylül 2008

Cinsel sorunlar uzmanı nöropsikiyatr Haydar Dümen’in, Milliyet’ten Miraç Zeynep Özkartal’a verdiği röportajda, doğduğumuz ortamın yaşamımızı nasıl etkilediğine ilişkin sözleri ilginçti: “Bugün görücü usulü evlilikler sosyal nitelikli ırza geçmedir. Aile veriyor, kadın da istemiyor. Belki yüreğinde başka bir aşk var. Bu tür evlilikler çürüktür ve bu tür evliliklerden doğacak çocuklar en şanssız çocuklardır. Kadınlar seçimlerini kendileri yapmazsa soylar dejenere olur. Çünkü aşk çocukları güzeldir.”
Kişiliğimizin nasıl olacağını, nasıl aşklar yaşayacağımızı, karşı cinsle ilişkilerimizde tedirgin bir şekilde “savunmacı” mı, yoksa güvenerek “kontrolsüz” mü olacağımızı, anne ve babalarımız arasındaki ilişkinin belirliyor olması düşündürüyor beni. İçine doğmuş olduğunuz ortam ve yaşamak zorunda kaldığınız koşullar, tüm hayatımızı etkileyen ana temayı içeriyor. 
‘Şans’ mı yoksa ‘kader’ mi...
D

Yazının Devamı

“Terbiyesiz” kadınlar...

29 Ağustos 2008

Geçenlerde, televizyonu açtığımda ekrandaki görüntüde, melez bir kadın kaşınıyordu. Beyaz bir adam “Terbiye vermediler mi sana?” deyince, bozuldu. Olduğu gibi davranan, başka türlüsünü yapmasına neden olacak bir terbiye almadığı da belli olan kadının vahşi doğallığı ilgimi çekince, filmi izledim.
John Duigan’ın “August King’in Yolculuğu” adlı filmiydi. Adam, 1815’in ilkbaharında hayvan ve erzak almak üzere pazara doğru yola çıkan August King idi. Dindar biri olan, tek çocuğunun ölümünün ardından karısının intiharıyla sarsılan August’ın karşısında kaşınan kadınsa, kaçak köle Annalees Williamsburg. Acı veren geçmişini arkasında bırakamayan August, kaçak kadına yardım etmeye karar vermişti.
Zengin toprak ağasının halkı peşine taktığı Anna, ruhunun kendisinden alınmasına dayanamadığı için kaçmıştı. Kadının doğallığından ve özgürlüğünün bedelini ödemeyi göze almasından etkilenen August için, genç kadını hedefine ulaştırmak bir tutkuya

Yazının Devamı

Çirkin kadınların rağbet gördüğü kent

22 Ağustos 2008

Avustralya, küçük bir kentte yaşanan skandalla çalkalandı. Madenci kenti Mount Isa’da çalışan çok sayıdaki bekâr erkeğin yalnızlığına son vermek için devreye giren Belediye Başkanı John Molony, kadınları şoke eden bir öneride bulundu. “Kente çirkin kadınları toplayın. Burada her kıza beş erkek düşüyor. Mount Isa’da yaşayan kadınlar, başka kentlerdeki kadınlardan daha mutlu görünüyor. Sokakta çok çekici olmayan ama yüzünde koca bir gülümseme olan kadınları görebilirsiniz” demiş.
Haberi okuyunca, dahi matematikçi John Nash’ın hayatını anlatan “Akıl Oyunları”  filmindeki sahneyi anımsadım. Etrafında olanları  gözlerken farkına vardığı durumu kafasında oturtamayan Nash, aradığı yanıtı dört erkek arkadaşıyla gittiği bara, beş kız geldiğinde bulmuştu.
Kızlardan biri, her erkeğin dönüp bakacağı kadar çekici, her birinin kendisini seçmesini isteyeceği kadar güzel, sarışın, gördüğü ilginin farkında olan, kendisi için yarışacaklarından kuşku

Yazının Devamı