Bugün İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in sahnelerinde, konser mekanlarında, kulüplerinde, barlarında performanslarını sergileyen gruplar, müzisyenler çoğunlukla kendi bestelerini, şarkılarını söyleyen ekipler. Ara sıra farklı bir sanatçıdan yerli ya da yabancı cover yapıldığına tanık olabiliriz. Cover denilen, yani size ait olmayan bir şarkıyı yorumlamak şeklinde özetleyebileceğimiz hadise sanki geçmişte kalan, yok olmaya yüz tutan bir geleneğimiz.
Bir cover grubu olan Blue Blues Band’in hikayesini anlatan “Blue” filmini izlerken pek çok şeyin yanında bunu da not almıştım. O zaman ne kadar çok cover grubu vardı, bugün neden hiç cover grubu yok? Peki onun yerine ne var?
1980’lerin sonunda 90’ların başında Hayal Kahvesi, Kemancı, Gitar gibi mekanlara gittiğinizde çok sağlam Jimi Hendrix, Frank Zappa, Deep Purple, Rainbow, Led Zeppelin gibi sanatçıların ve temel grupların cover’larını dinlerdiniz. Dolayısıyla çok iyi gitaristlerin grupları ve müziği sürüklediğine tanık olurdunuz. Çoğu zaman solist değil gitarist ön plandaydı, eğer Yavuz Çetin gibi her ikisi bir aradaysa ve o kişi yetenekliyse zaten büyük bir kitle tarafından takip edilirdi.
Bütün grupları topladı
1991’de açılan Jazz Stop
Sözünü ettiğim yazının ana fikri şu: Büyük, kalabalık, görkemli, hafta sonunun tamamına yayılan insanların, özellikle de çalışan sınıfın dünyayı, hayatı, işi gücü unutup bambaşka bir aleme dalacağı festivaller artık bir bir kayboluyormuş. Onun yerine tek günlük “event”ler öne çıkıyormuş. Ve bu “event/festival”ler şehir dışındaki dağ bayır ovalarda değil, şehrin içindeki alanlara taşınıyormuş.
Festivalciliğin anavatanında bu önemli bir gelişme. Bakalım neden? Birçok neden sıralanıyor. İlki, festival yöneticilerinin açıklamalarına bakılırsa, büyük festivallerin artık kârlı olmaması.
Adam diyor ki: “Ben bütün sene uğraşıp bir hafta sonuna bütün yatırımımı, hayatımı koyuyorum. O hafta bir terslik oluyor, yağmur yağıyor, her şey bitiyor (buna terör tehlikesini ya da her an bir olay çıkmasına ortam hazırlayan global siyaseti de ekleyin). Sanatçılar seyirci sayısına bakıp kaşelerini sürekli artırıyor. Şimdi senede 10 tane parti yapıyorum. Rus oligarkları, İngiltere’deki kraliyet çevrelerini, genç ve zengin işadamlarını eğlendiriyorum, çok daha fazla kâr ediyorum, ayrıca başım ağrımıyor.” Elbette özetledim. Tam böyle demiyor ama kısaca bu.
Haklı serzenişler
Bir diğer festival yöneticisi hâlâ
1) Bu ülkede muhalefet konuştuğunda değil sustuğunda etkili oluyor. Yüzde 49’lara başka türlü gelinmesi mümkün değil. Muhalefet kendini ortadan kaldırırsa muhalif cephenin de yüzde 50’yi aşması hiçbir şekilde önlenemez. Mesela bakın, MHP kendini ortadan kaldırdı bile.
2) Türkiye artık siyasi olarak değil sosyolojik olarak bölünmüş durumda. Bu gerçeği değiştirmek yerine, bu gerçeği gören yeni siyasi partiler lazım. Çoğunluk artık şunu telaffuz ediyor: “Bu parti beni temsil etmiyor.”
3) Bütün büyük şehirler -Bursa hariç- hayır dedi. Bence referandumun en çarpıcı sonucu buydu. Özelikle İstanbul ve Ankara’nın 1993’ten bu yana ilk kez AKP’nin bir isteğine hayır demesi anlamlı. Bana kalırsa siyasi partilerin Türkiye’nin tamamından oy alabildiği dönemin artık sonuna geldik. “Anadolu’ya gideyim, şunu söyleyeyim; şehre geleyim, tersini söyleyeyim. Karadeniz’de bu hikâyeyi anlatırım, Akdeniz’de bunu söyler kafalarım” yok artık. Bitti.
4) YSK sağ olsun, 2014’ten bu yana seçimler üzerinde giderek artan usulsüzlükleri, hileyi, oy hırsızlığını halka benimsetmek, normalleştirmek ve kuralsızlığı kurumsallaştırmak için elinden geleni yaptı.
5) Anadolu Ajansı ve YSK ikilisi bu şekilde devam ettiği
Doksanların İstanbul’unun popüler cover grubu Blue Blues Band’in hikayesini anlatmaya girişiyor “Blue” filmi. Bunu yaparken ekibin iki üyesi Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’nın hikayelerine odaklanıyor. Ancak temelde 90’ları bir parça olsun yeniden yaşatması bakımından bile önemli.
Bu filmde insan hikayesi var evet ama bir dönemin ipuçlarını arayarak farklı gözlemler yapmak, zamanda yolculuğa çıkmak da mümkün.
Ben de oralardaydım
Benim bu filme bakışım kişisel nedenlerden “biyografik” oldu.
O mekanların hepsinde o görüntüler alınırken ben de oralarda bir yerlerdeydim. Köşede barın önündeydim belki. Belki tuvalet sırasında muhabbetteydim. Belki Kemancı’da Yavuz Çetin “Mary Had A Little Lamb” derken sahne önünde hafifçe sallanıyordum, belki Hayal Kahvesi’nde sahnenin tam köşesinde bas çalan Sunay’ın dirseğinin altındaydım. Belki Mojo’da Kerim Çaplı “Superstition”ı söylerken kalabalığın arasında ite kaka yolumu arıyordum.
Kot mont, uzun saçlar ve çizmelerle oralarda bir yerlerde gelecekte olacaklardan habersiz, tek düşüncesi etrafındakiler gibi şu yasaklarla dolu dünyada biraz olsun rahat ve özgür hissetmek olan, bunu yapmanın başka yolunu da bilmeyen gençlerden biriydim işte.
O görüntüleri, o
Albümde bazı şarkılar dinlerken Portekizce bir şarkı dinliyor izlenimine kapılabilir insan. Sanki bir fado vokalisti farklı tarzlara açılan bir albüm yapmış. Ya da Güney Amerikalı genç bir vokal, Gilles Peterson ile yeni bir işe imza atmış. Sao Paulo’nun hip mahallelerinden sesini duyurmuş Ceu’nun yeni albümü “Tropix”ten bir şarkı çalıyor sanki.
Bunun gibi hislere kapılma ihtimali, Sakpınar’ın vokal rengi ve Türkçeyi kullanma biçiminden ileri geliyor. Bu Türkçe şarkılar, onun dilinde ve sesinde evrensel bir hal almış. Hem müzik hem sözler açısından her milletten insana derdini anlatacak bir dil bulduğunu söyleyebiliriz Sakpınar’ın. Önceki albüm “Oraya Doğru”da da gözlemlenen ancak giderek ustalaşılan bir dil bu.
Yolunu arıyor
“Hazineler İçindesin” albümünde bütün söz ve müzikler, birkaçı hariç düzenlemeler de Sakpınar’a ait. “Çok Güzel Şey”de Melih Cevdet Anday’ın şiiri kullanılmış. Sakpınar’a tanıdığı, daha önce de bir kısmıyla çalıştığı müzisyenler eşlik ediyor. Davulda Berke Can Özcan, synthe ve düzenlemelerde Burak Irmak, basta Feryin Kaya, gitarda Ertuğrul Güney, synthe’de Alican İpek. Ercan Irmak ney, Gunnar Halle trompet çalmış.
Kayıtları Okan Yalabık ve Meriç Şeker
Günümüzde bir yazıyı kimin yazdığı artık okuyucu için hiç önemli değilmiş. Bir haberin altındaki imza da kimsenin umurunda değil. Önemli olan aslında yazı ya da haberin kendisi de değil. Önemli olan, bu malzemeyi kimin paylaştığıymış.
“Ne iş yapıyorsun?”
“Paylaşıyorum.”
Bugün geçerli bir yanıt sizin anlayacağınız.
Teknoloji blogu Mashable’da yer alan haberi ilgiyle okudum. Araştırmalara göre bugün medyanın güvenilirliğini paylaşanlar belirliyor.
Mashable’ın Facebook’ta yaptığı araştırmaya göre kimsenin ne tam olarak yazıyı ne da bu yazıyı yazanı hatırladığı ortaya çıkmış. Sadece hayal meyal “Bizim Hamdi abi paylaşmıştı galiba” düzeyinde bir gaz bulutu var insanların zihninde.
Bu tabloya her dakika paylaşılan onlarca son derece önemli (!) son dakika haberini de eklerseniz, günün sonunda yatağa yattığımızda “N’oldu ya şimdi bugün özetle neyi anladık, amaaan neyse hadi iyi geceler” diyoruz ve konu kapanıyor. Sabah tantana kaldığı yerden başlıyor.
“Televizyon izlemiyorum ben”den geldiğimiz nokta loş bir evde güzel bir müzik dinleyerek kitap okumak olmadı elbette. Ekranın yerini timeline aldı (hatta çoğu zaman iki ekranlı artık hayatımız).
Acaba “Amy” belgeselini izlerken baba Mitch Winehouse’dan nefret etmeyeniniz var mı? Kızının bir mutsuzluk, uyuşturucu, sevgisizlik açmazında yok olup gittiğini göre göre para için, şöhret için, kendi egosu için her şeye seyirci kalan, kızını değil kendini düşünen bir baba vardı bu belgeselde.
Gerçekten de böyle miydi? Olayın diğer yüzü olabilir miydi? Bu belgeselde babaya kendini ifade hakkı tanınmış mıydı? Hayır. Yönetmen Asif Kapadia’nın bir bakış açısı vardı ve filmin kurgusu bu bakış açısını kuvvetlendirmek üzere yapılanmıştı.
Ben baba haklıdır haksızdır konusuna girmiyorum. İlgimi çeken yönetmenin kendi görüşüne ve inanışına göre olayları kurgulaması; anlatacağı hikayeyi (ki gerçek hayattır, olaylar gerçektir, görüntüler gerçektir) vurgulu, güçlü anlatmak için manipüle etmesi. Baba berbat bir baba ama Kapadia bu kadar nefret ettirmese, belki film bu kadar ilginç ve çekici olmayacaktı. Dram bu derece görünür olmayacaktı.
Belgeseller filmleşiyor
Yönetmen hikayesini anlatmak için gerçeği eğip büktü, ilgimizi çekmek için, bizi hikayeye bağlamak için bunu tercih etti. Amy’ye bağlanmamız için babadan nefret etmemiz gerekiyordu.
Hepsine okey, yönetmen patron. Ama bir sorun var. Fiction
Cumhuriyet aydınının gözündeki Anadolu meselesi bitmek tükenmek bilmeyen bir imgelem denizi ve esin kaynağı olmaya bugün de devam ediyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana, “Orada bir köy var uzakta” diyerek bir köy hayal ediyoruz ve o köye methiyeler düzüyor, hikayeler yazıyoruz. O köye dair binbir hayal kuruyoruz. Gidip görsek de hayaller kuruyoruz, görmesek de.
Bazen TRT Halk Müziği Korosu olarak o köyü akademik düzeyde ele alıyoruz, bazen Anadolu pop, Anadolu rock ile o köyden kahramanlık ve yol hikayeleri çıkarıyor, gitarın tellerine vuruyoruz.
O köyden türkü de çıkıyor, senfoni de oratoryo da, psychedelic rock da çıkıyor, indie müzik de dub da... Zaman değiştikçe neler çıkmıyor ki.
Köy aynı köy, bin yıldır orada duruyor ama biz değiştikçe, devir değiştikçe zihnimizdeki köy de değişiyor, gelişiyor, türlü hallere bürünüyor.
Ne onunla ne onsuz
O köye romanlar, şiirler yazıyoruz. O köyde geçen polisiye çekiyor, sonra ödülümüzü alırken yalnız ve güzel ülkemize selam çakıyoruz.
Bu ülke dediğimiz “yalnız ve güzel” şey de çoğunlukla işte o gitmesek de görmesek de bizim olan köy oluyor aslında. Çoğu zaman gidince gayet sıkıldığımız, bir yere giderken meydanında çay içip iki yaşlı ded