Mehmet Tez

Mehmet Tez

mehmet.tez@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ünlü isimler, markalar, firmalar, kurumlar bir şekilde birilerine yardım edecekse sevinmemiz lazım değil mi? Peki ben neden rahatsızım?

Evet biliyorum. Her yeni çıkan sanatçı 300 tane bile satmayacak albümünün tüm gelirini bir hayır kurumuna bağışlayacağını açıkladığında baş tacı edip tebrik etmemiz lazım (Bir kere bile albümü yüzbinler satan birinin bu cümleyi kurduğunu duymadık o ayrı).
Evet biliyorum. Konserlerinin dolma ihtimali pek bulunmayan bir şarkıcı konser gelirinin “bir bölümünü” (ne kadarı bilinmiyor) muhtaçlara yardım eden bir derneğe bağışlayacağını açıklayınca bunu sürmanşetten müjdelememiz ve bu duygulandıran insanlığı yüceltmemiz lazım (Bir kere de stat dolduran birinin bu cümleyi kurduğunu görmedik o ayrı).
Evet biliyorum. Basın bülteni masrafı ve maliyeti, toplayacağı paraya denk olan etkinlikleri desteklemek, o sanatçıları bir araya getiren fedakar firmaların, mekanların ve isimlerin adlarını yazmayı, logolarını kullanmayı da unutmamak gerekiyor haberlerde.
Evet biliyorum. Basında büyük bir heyecanla duyurulan bu görkemli fedakarlıkların ardından “E iyi hoş da kaç lira para toplandı, ne zaman, nereye bağışlandı, neye yaradı bu hikaye?” diye sormamamız lazım. Rakamlar inciticidir zira. Önemli olan niyet. Yardımı ilan ederken bağırmalı, iş rakamlara geldiğinde susmalıyız.
Evet, ben de biliyorum. Hastalıklarla mücadele eden, muhtaç insanlara yardım etmeye çalışan, fakir fukarayı gözeten dernek ve vakıfa yardım etmenin azı çoğu olmaz. Yardım yardımdır ve hepsi saygındır, takdiri hak eder.
Evet biliyorum. Her gün gazeteyi açınca ayrı bir yardım ve hayır işi haberi görmek çok güzel, çok ferahlatıcı.
Elbette biliyorum. Kimisi gönüllü olur alır başını gider Gazze’ye hizmet için, kimi de partnerini alıp 10 bin lira haftalıkla çıkar dans pistine. Herkesin yardımı kendince, karınca kararınca. Hepsi saygındır, hayırlı bir iş içinse, hepsi fedakardır, hepsi candır.
Peki ama nereden geliyor bana bu “bir şeyler yanlış” hissi? Neden vicdanım rahatsız? Bilmiyorum.



Şu Hurts denen grup...

Bir vicdan muhasebesi

Radyolarda televizyonlarda şu ara çok çalınan ve beğenilen bir şarkı var. “Wonderful Life”. Hayır Black’in “Wonderful Life”ının cover’ı falan değil, bu başka. Bunu İngiltere Manchester kökenli Hurts isimli elektro pop ikilisi seslendiriyor. İlk albümleri “Happiness” yeni çıktı. Dinlerseniz çok beğeneceksiniz. Ben son zamanlarda bu kadar kaliteli pop müzik dinlemedim. Dinlerken aklıma bir yandan Erasure, bir yandan Depeche Mode geliyor. Elbette ikisi de değiller, biraz ondan, biraz bundan. Ben bu yıl iyice meşhur olan ve Türkiye’ye gelmesini de dört gözle beklediğim favori 80’ler müziği insanım La Roux’ya da benzettim biraz. 80’ler kolay kolay ölmüyor ve özellikle İngiltere kökenli 80’lerin her zaman başımızın üzerinde yer var.


Boyoz Türk!
Geçenlerde bizi Beyaz Türk-Siyah Türk diye ikiye ayıranları tiye alan bir yazı yazmıştım. Hıncal Bey de (Uluç) sormuş: “Ben her ikisi de olabiliyorum. Peki Mehmet, çubuklu Türk yok mu?” diye, siyah-beyaz çubuklu formayı kastederek.
Valla Hıncal Bey, çubuklu Türk var mı bilmiyorum, aklım ermez.
Ama başıma bir şey gelmeyecekse yeni bir Türk tipinin ortaya çıktığını gözlemliyorum: “Boyoz Türk”. Bu yeni tür, lafa “bizim memleketin gevreği, kordonu, kızı, boyozu” diye girmesiyle ayırt ediliyor. Benimkisi tespit. Bilmem sosyologlar ne der...


Pazar pazar 60’lara yolculuk!

Bir vicdan muhasebesi

Bazen zamanda yolculuk yapmanın en kolay yolu müzik dinlemek. Ben She and Him’i dinlediğimde izlenimim “Aaa, The Papas and the Mamas galiba bu” şeklindeydi. Doğrudan 60’lara yolculuk. Zaten grubu oluşturan ikiliden solist ve sinema oyuncusu Zooey Deschanel’e bakarsanız kendisinin doğal
60’lar güzeli olduğunu anlarsınız. Yanındaki müzisyen Matthew Ward’un müzik anlayışını da buna eklerseniz işte size 60’ların bağrından kopup gelmiş bir 2000’ler grubu.
She and Him 2006’da bir araya gelen bir ekip. Adı üzerinde, “She and Him Vol. 2” isimli ikinci albümleri bence mükemmel bir pazar sabahı albümü. Mümkünse albüme ikinci şarkı “In the Sun”dan başlayın ve bütün gün takılın.
Hazır YouTube açılmışken Deschanel’in Death Cab For Cutie solisti Ben Gibbard ile söylediği 60’lar şarkısı “I’ll Never Find Another You”yu izleyin bir ara. Bu şarkının orijinalini The Seekers 1968’de söylemiş. 60’larda daha ne hazineler var aslında...


Caz ölüyor mu?
Geçenlerde Hasan Bülent Kahraman sormuştu bu soruyu Sabah Pazar’da. Kast edilen Louis Armstrong tarzı ise o caz öleli zaten çok oluyor, soru geç bile kalmış. Tıpkı Deep Purple rock’ının çoktan tarih olması gibi. Ama bu demek değildir ki rock öldü. Rock da caz da yaşıyor. Onlarca şekil ve tarz var. Kahraman belki yeni şeylere kulak kabartsa bu soruyu sormaya gerek duymazdı. Mesela iki konser önereyim hem size hem de Hasan Bülent Kahraman’a.
İlkinin adı Tok Tok Tok. Danimarka, Nijerya ve Almanya’dan sanatçıların bir araya geldiği dört kişilik ekip.
3-4 Aralık’ta Raymond Weil’in desteklediği Parsifal geceleri adında bir seriye dahil olarak İstanbul’a İKSV Salon’a geliyorlar. Norah Jones sesli bir kız düşünün, geri planda standart caz numaralarının çağdaş versiyonlarını icra eden şahane bir ekip. Ama her albümlerinde bu tarzı bir yere doğru esnetiyorlar. Kimi zaman daha indie, kimi zaman daha funky. Mesela son albümleri “Revolution 69”da Nouvelle Vague tadında şarkılar var. Daha önceki “She and He” daha caz, pop caz havalarında.
İkinci önerim 22-23 Aralık geceleri Garanti Caz Yeşili kapsamında Babylon’da iki konser verecek Etiyopya asıllı Mulatu Astatke. “Ethio-jazz” denen, kendine has tarzı da yaratmış bir isim. İnanılmaz bir üstat. Geçen sene Türkiye’ye gelmesini diledim, dileğim kabul oldu. Kısacası cazın öldüğü falan yok. Hatta keyfi gayet yerinde.