Aydınlık ve güneşli günler özlemi

23 Şubat 2009

Bazı insanlar vardır, bir an dahi “yarın” üstüne kafa yormaktan vazgeçmezler.
Düşünür de düşünür, kafa yorar da yorarlar. Kendilerinin “müşkül” durumda olmamaları yani “rahat” ya da “iyi” olmaları, ölçü değildir onlar için. Umurlarında değildir bu!
Sağındakilerin-solundakilerin, önündekilerin-arkasındakilerin ne durumda olduğuna bakar böyleleri; “Onlar nasıllar?” diye sorar dururlar. Açlar mı, toklar mı? Elleri kolları serbest mi, bağlı mı? Özgürler mi, değiller mi? Mutsuzlar mı, yoksa yüzlerinde güller mi açıyor? Yoksa yoksa mutlu-mutsuz ne demek, savrulmuşlar-dağılmışlar mı?
Ve her zaman yaptıklarını yapar; el uzatırlar; “Gelin birbirimize tutunalım,” derler.
Nejat Yavaşoğulları böyledir işte, böyle yapanlardan biridir. Bazı gruplar vardır, yalnızca iyi müzik yapmak-yalnızca sıkı müzik yapmak kesmez onları.
İyi müzik-sıkı müzik yapmak, elbette başta gelen isteklerinden biridir. Ama bir tek bu, yalnız başına bu, yetmez onlara.
Onlar bir “söz”, tek bir söz edeceklerse bile, bu sözün bütün yolları aşıp, ihtiyacı olana, umarsız olana, dağılmış-parçalanmış olana ulaşsın, onu yüreklendirsin-ayağa kaldırsın isterler.

Yazının Devamı

Ah bu delilik sarsar bedenimizi

16 Şubat 2009

“Aşk Tesadüfleri Sever” albümü, bir sürü şeyin yanında bir de şunu göstermişti: Müslüm Baba hakikaten bambaşkadır. Her şeyi söyleyebilir ve her şarkıyı kendi şarkısı kılabilir...”
Yeni albüm “Sandık”ta da (Pasaj) durum aynen devam ediyor: Müslüm Gürses her şeyi ama her şeyi “kendince” söylüyor; mükemmel ve Müslümce.
“Sandık”ın bir önceki albüme göre, elbette çok daha kolay bir repertuvarı var; bir öncekinin “haddinden fazla Batılı” yapısının yerini, bu sefer “biraz bizden-biraz onlardan-biraz pop-biraz arabesk” bir yapı almış.
Ve aslına bakarsanız, çok da iyi olmuş. Böyle bir albümün-bu tür bir repertuvarın korkulacak tek yanı şu olabilirdi: “İyi, ama bu kadar farklı, bu kadar bambaşka sound’lara ait şarkıları, bir başına Müslüm Gürses ortak bir başlık altında toplayabilir, bu albümü gerçekten bir albüm yapabilir mi?”
Olmayabilirdi. Ya da uzun vadede iş sırıtabilirdi. Ama böyle olmamış Allah’tan; Sunay Özgür ve Ender Akay, yanlarına H. Emirhan Üçkardeş’i de alarak, Gürses’e mükemmel ötesi bir sound oluşturmuşlar.
Seviyorum deyip
“Arabesk”in, o adı kötüye çıkarılmadan önceki haysiyetli formunu koruyan ama bununla elbette yetinmeyip yenileyen, onu (tıpkı Orhan Akdeniz,

Yazının Devamı

Çakmağı çak(ma)

9 Şubat 2009

Finders Keepers adlı İngiliz plak firması, internet sitesinde “psychedelic-jazz-folk-funk-avant-garde” meraklısı bir firma olarak tanıtıyor kendisini.
Ve bir zamandır olageldiği gibi bu üst başlıklar söz konusu olduğunda, hele hele “psychedelic” dendiğinde, (sanki) “el mahkum”, bizi hatırlayıp, bize el atıp duruyorlar.
Gerçekten tuhaf bir durum. Sanırsınız ki, bu akımların temeli 60’larda bizde atılmış, sanırsınız ki bu akımlar, en yüksek mertebelerine, 70’lerde ve bizde erişmişler.
“İlle de keşif yapmak isteyen, ille de farklı, hiç bilinmemiş-duyulmamış ses-ritim-melodilerin peşinde gezip duran bir “takım” var. Ülke ülke gezen bu takımın içinde bağımsız ve küçük firma yöneticileri de var, (ilkel ya da değil) her duyduğu “ses”e, “kutsal ses” muamelesi yapan eleştirmenler, gazete ya da dergi editörleri de.
Bu takım “world-music” diyor, başka da bir şey demiyor. Mangalda kül bırakmamacasına sarılıyor-destek veriyorlar her kulaklarına çalınana.
Ama bu curcunada (bozuk saat misali) kırk yılda bir “doğru isim” de bulabiliyorlar. Erkin Koray’ı böyle keşfettiler; Fikret Kızılok, Moğollar, Selda ve Edip Akbayram’ı da.
Selda’yı bütün dünyaya layıkıyla (hem CD, hem de LP ile üstelik)

Yazının Devamı

Sizinle sonsuza kadar

2 Şubat 2009

Issız Adam”ın satış rekorları kırdırdığı, listelerin üst sıralarına yerleştirdiği Ayla Dikmen ve Nil Burak’la oturur-kalkar olduk.
Hepimizde bir heyecan, bir mutluluk ki, o kadar olur.
(Şekildeki Adam gibi) kimimiz, “Eh, olması gereken buydu,” deyip rahat bir nefes aldı; kimimiz, yıllardır aradığı hazineyi bulmuş kadar sevindi.
Kimimiz ise (Dikmen ve benzerleri ile ilk defa yolu kesişenler), “Böyle sesler, böyle şarkılar da varmış demek; bugüne kadar dinlediklerimiz neydi peki?” şaşkınlığı yaşadı.
“Issız Adam”da kullanılan, yalnızca Dikmen ve Burak’ın şarkıları değildi; Semiramis Pekkan, Hümeyra ve Sibel Egemen de vardı repertuvarda. Ama şans ya da tesadüf bu ya, bu son üç ismin piyasada-CD üzerinde çok fazla şeyi yoktu ya da (Hümeyra gibi) olanlarınki, yaygın bir biçimde dağıtılmamıştı-kolay bulunmuyordu.
Bu nedenle Ayla Dikmen ve Nil Burak şarkıları yedi filmin asıl kaymağını. Film, büyük bir sürpriz yaparak gişede en iddialı-en pahalı filmleri bile altına alırken, şarkıları da listelerdeydi.
Öyle ya da böyle; her şey olacağına varmış, “bu şarkılar” kaybolmaktan kurtulmuştu.

Yazının Devamı

Son zamanlarda ne değişti?

26 Ocak 2009

Başlıktaki sorunun cevabı, “Çok şey” olabilir, hatta “her şey.” “Değişmeyen ne kaldı?” da olabilir bu sorunun cevabı, ya da bu sorunun alt sorusu.
Ayça Şen, henüz yayınlanan albümü “Astronot”un (Rakun) açılış şarkısında, “Değişen bişey yok, değişen bişey yok...” diyor ama durum öyle değil. Artık değişmenin - değiştirmenin ötesine geçtik. Savrulduk, hayatlarımız altüst oldu. Parasızız-pulsuzuz, açız-yalnızız, dermansızız-hastayız.
Ayça Şen ve (başta Mor ve Ötesi’nden Burak Güven olmak üzere) bütün ekibi de elbette bunun farkında. “Değişen bişey yok” derken, bir tür ya da biçimde Nazan Öncel’in o meşhur sözünü tekrarlamaktalar aslında: “Sokarım politikana / sokarım çağ atlamana.”
Sanki durduk yerdeymiş gibi oldu, Ayça Şen ismini Nazan Öncel’in yanına koymak ama değil.
Şen de Öncel gibilerdendir, aynı sınıftandır. Kolay kolay o ya da bu sınıfa koyulamayacak-lardandır. Hatta sınıfsızlardandır; bir rüyayı gerçek kılmış ve gerçekten “sınıfsız” olabilmişlerden.
Bir lokma bir hırka
Böyle de çok fazla insanımız yoktur; en azından kültürel alanda, en azından bir “yaratıcı” olarak.

Yazının Devamı

Uzayın Sonsuzluğunda Sonsuz Şarkılar

19 Ocak 2009

90’lı kuşağın en mühim müzisyenlerinden-yaratıcılarından Uzay Heparı için yapılmış “Uzay Heparı Sonsuza” (Universal/Taxim Edition) albümü, çok genç yaşta, çok erken, çok zamansız kaybettiğimiz “dev insan”a saygılarımızı sunmak, yaptıklarının-başardıklarının altını çizmek için önemli bir fırsat.
90’ların bir özelliği olan “Sezen Aksu Akademisi”nin en verimli isimlerinden biri olan Heparı’nın bizzat Aksu’ya da kattıkları çoktur; ama asıl önemli özelliği, genç kuşak şarkıcılarla yaptıkları, onlara kattıklarıdır.
80’lerin sonu-90’ların başında “pop” yeniden yükselişe geçtiğinde, şartlar başka türlü oluşsa -ya da şöyle diyelim, Heparı ve benzeri birkaç başka “süper müzisyen” olmasa, bu “yükseliş” bir iki yıl içinde hafifler, sonra da biterdi.
Heparı ve arkadaşlarının yapmayı başardıkları en önemli şey budur işte: Yükselişi bir “patlama”ya dönüştürmek!
Yoksa o zamanki “pop kadrosu”nun tek bildiği şey, eskiden öğrendikleriydi. Aynı şeyleri yapmaya, aynı yolu sürdürmeye niyetliydi bu eski kadronun tamamı.
Tanju Okan’ından Berkant’ına, Garo Mafyan’ından Bora Ayanoğlu’na kadar herkes, araya hiç 12 Eylül girmemiş, yandan-önden-arkadan darbe yememişiz gibi işlerine kaldığı yerden devam

Yazının Devamı

Bir yerine bin ceza

12 Ocak 2009

Türkçe söylenme rekoruna sahip Mary Hopkin’in “Those Were The Days”i, ince işler yapmakta olan Artist’in, yeni yayınladığı albüme isim oldu.
Balet’in bir süre önce yayınladığı “Our Golden Songs” albümünün satış başarısı, bu işin devamının gelmesine yol açmıştı. “Our Golden Songs 2” de yapılmıştı geçen yıl. Geçen yılın sonlarında - bu yılın başlarında da (yani tam zamanında, yani geçmişe takılmak - kilitlenmek için olabilecek, en münasip zamanda - mesela, saat 10’da).
“Those Were...” albümü, “Kimler Geldi Kimler Geçti”nin orijinal versiyonu olan “If We Were Free” ile (ama şarkıyı asıl üne kavuşturan Sol Raye’in sesinden değil, 70’s Quartet adlı bir grup ya da projenin sesinden) açılıyor ve Lale Belkıs’ın “Doğduğum Ev”e dönüştürüp baştan yarattığı “Alta Gracia” (bu sefer asıl sahibinin imzası var; Oscar Harris’in) ile devam ediyor.
Patricia Carli, Iva Zannichi gibi eski kuşağa çok şey - genç kuşağa hiçbir şey söylemez, Gloria Gaynor, Dalida gibi her zaman - her kuşağa çok şey söyler isimlerle devam eden albüm, bir kuşak için (bir şey söylemek bir yana) “Tanrıça” demek olan Caterina Valente (“Kiss Of Fire”) ve şekerli - ballı sesli Tino Rossi (“J’Attendrai”) ile sona eriyor.
Elli

Yazının Devamı

Aşkı şarkılarda bulduk

5 Ocak 2009

Odeon’un hazırlıklarını epeydir sürdürdüğü Gönül Turgut albümü (“Odeon Yılları”), hem sanatçının hem de firmanın “mükemmelliyetçi” tavırları nedeniyle, ancak yayınlanabildi.
Geç oldu ama temiz, tertemiz oldu; popüler müziğimizin “diva” sıfatını gerçekten hak etmiş yorumcularından biri olan Gönül Turgut’un, geçmişine-şanına layık bir albüm yapılabildi sonuçta.
“Issız Adam”ın “nostalgia” dalgasının tamamen dışında, bu dalgadan aylar önce hazırlanmış - bitirilmiş bu albüm, geçmişte yapılmış “mükemmel” ama her nasılsa “kayıp” isimlere-şarkılara ilgi duyan bir kesimin, ayaklarını yerden kesecek.
Çünkü Gönül Turgut, o kimselere benzemez ses rengiyle, o herkese fark atan vokal yeteneği-tekniği ile herkesi ama herkesi sarsacak; popüler müziğimize meraklı olan-olmayan herkesi.
Özellikle meraklı olmayan kesimi. Bu gruptan olanlar, bu albüme-bu şarkılara-bu “ses”e özellikle kulak vermeli; bu tür seslerin benzeri pek azdır, kırk yılda bir çıkarlar. Kırk yılda bir çıkar ve dinleyenlere, bir “rüya” gördüklerini düşündürürler.
Çünkü, gerçek olamayacak kadar “tam”dır her şeyleri, eksiksizdir: “Ses” baba ötesi bir sestir, “dil” olağanüstü bir biçimde tonlanmıştır ve ruhun tamamı katılarak

Yazının Devamı