Yazarlar Ok yaydan çıkmıştı

Ok yaydan çıkmıştı

29.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Ok yaydan çıkmıştı

Ok yaydan çıkmıştı

Bir gece çok önceden gözlerine kestirdikleri bir bedevi kabilesine baskın verdiler. Bedeviler her olasılığı düşünerek kalabalık bir güçle pusuya yatmış, onları beklemişlerdi. Menzile girince yağmur gibi yağan bir yaylım ateşiyle karşılaştılar. Şimdiye kadar yüzlerce çarpışmadan geriye kalmış bu kişiler şu küçücük pusudan yüzgeri etmediler. Gecenin karanlığında yıkılan çadırlar, kişneyen atlar, develer, çığlıklar, kaçışan insanlar hep birbirine karıştı, bu karman çormanlık sabaha kadar sürdü. Hem Bedevilerden, hem çetelerden birçok ölü, yaralı kumların üstünde kaldı. Gün atarken Bedevi atlıları her şeylerini bırakıp kaçtılar. Çeteler kadınların bileklerine, boğazlarına saldırdılar, sandıkları, işlemeli çuvalları, torbaları açtırdılar, yükte hafif, pahada ağır ne varsa aldılar, geriye dönerlerken, bir hurmalığın içinden bastıkları kabilenin kaçan atlılarıyla yardıma çağırdıkları öteki Arap kabilelerinin atlıları karşılarına çıktılar. Kıyasıya bir çarpışma oldu. Bu arada bir kurşun geldi Poyraz Musanın omzunu deldi çıktı. Poyraz, bu yaralı halinde bile arkadaşlarını yalnız bırakmadı, çarpışmayı sonuna kadar sürdürdü. Çok kan yitiriyor, gözleri kararıyordu. Atının başını çöle aşağı çevirdi, sürdü. Arkasına da üç Arap atlısı takıldı. Onlar da rüzgar gibi at sürüyorlardı.

FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (37)



Akşam üstüydü, atın üstüne yatmış, yeleye yapışmıştı. Yanından yönünden cıv, cıv kurşunlar geçiyordu. Gözleri de artık hiç bir şeyi görmüyor, başının içinde binlerce cıvıltıya dönüşmüş, cıv, cıv eden kurşun sesleri, deve bağırtıları, kadın çığlıkları, çocuk ağlamaları... Soylu atı alışkın, geldi, büyük bir çadırın önünde durdu. Çadırın içinden silahlı adamlar çıktılar, Poyrazı içeriye taşıdılar, atını kazığa bağladılar. Biraz sonra da Poyrazı kovalayanlar yetiştiler. Atın gelip de önünde durduğu görkemli çadır Emirin çadırıydı.

Emir, Poyrazı yandaki bölüme aldırdı. Yatak yaptılar, yatırdılar. Emir, yandaki çadırdaki cerrahı çağırdı. Cerrah yaraya bir iyice baktıktan sonra:
"Sultanım," dedi, "bu adamın bir şeyi yok, kurşun omuzu delmiş çıkmış, o kadar, başka hiç bir şeyi yok. Çok da kan yitirmiş. Ben onu yarın ayağa kaldırırım."
Çadırın önünden bağrışmalar, gürültüler geliyordu.
Emir cerraha:
"Bunu yarın ayağa kaldırırsan iyi olur," dedi, dışarıya çıktı:
"Ne var."
"Üç atlı var kapıda."
"Ne istiyorlar?"
"İçerdeki adamı istiyorlar."
Emirin boyun damarı şişti, elleri titredi.
"Ne?" diye gürledi." Ne? Benim evimden adam almağa mı gelmişler? Kim bunlar? Haydi, çabuk getirin buraya."
Emir o anda elini belindeki tabancanın üstüne koymuş, öfkeden yüreği yarılırcasına kıvranıyordu.
İçeriye çok uzun boylu beyaz libasları kana batmış çıkmış üç genç getirdiler.
Emir sert bir sesle, bütün öfkesini sesine yüklemiş gürledi:
"Kimsiniz siz, ne istiyorsunuz?"
Konuklar Emirin karşısında el pençe divan durmuşlardı. Geceki baskını, ölenleri dilleri döndüğünce anlattılar ve bu çadıra giren kovaladıkları adamın katillerin başı olduğunu, onun ya dirisini, ya ölüsünü istediler.
"Demek benden, evime sığınmış bir insanın ya ölüsünü, ya dirisini istiyorsunuz?"
Ak libaslı delikanlılar boyun kırıp sustular.
Emir çok soğukkanlı, bütün öfkesini dizginlemiş olduğu alnında şişen damardan belli:
"Demek benden, Emir evine sığınmış bir kişiyi istiyorsunuz?"
"Biliyoruz, istenmez Emirimiz, bunu çok iyi biliyoruz. Haşa huzurdan Sultanımız. Dün gece bu adam bizden çok kişi öldürdü. Bizde hiç erkek koymadı."
Emirin gözleri çakmak çakmaktı. Üçünün de gözlerinin içine, hiç konuşmadan, teker teker, uzun uzun baktı. Ötekiler dayanamadılar, baştaki en uzunu, "kusurumuzu bağışla sultanım. Bizden çok kişi öldürdü de, yoksa sultanımız, biz böyle bir hata işler miydik, gelir de senden, senden evine sığınmış bir kişiyi ister miydik. Bizi bağışla."
Başları önlerinde, utanmış, yerin dibine geçmiş oradan ayrıldılar.
Onuru kırılmış Emirin öfkesinden daha bütün bedeni seğiriyor, titriyordu.
Cerrahın bütün iyi bakmalarına, yarasında yeni yeni ilaçlar denemesine, Emirin yiyecek olarak kuş sütünden ceren etine kadar hiç bir şeyi esirgememesine karşın Poyraz bir buçuk ay sonra ancak ayağa kalkabildi. Poyraz dışarı çıktığında Emirin çadırı Laliş koyağının yukarı ucuna, kayalıkların yanına, iri ağaçların altına kurulmuştu. Yezidi şeyhleri onu ziyarete geliyorlar, Emir de gelen şeyhleri huzuruna ayakta kabul ediyordu. Poyrazın bildiğine göre Emir Yezidi değildi. Beş vakit namazını kılıyor, dudaklarından da dualar düşmüyordu. Emir, onun Yezidilere karşı tutumuna çok şaşırdığını gözlerinden anladı, aşırı saygı gösterdiği bir Yezidi şeyhi yanından ayrıldıktan sonra da onu yanına çağırdı:
"Gel otur şöyle yanıma," dedi. Sert, keskin, bıçak gibi yüzü yumuşamış, gözleri sevgiyle dolmuştu. "Bak bana yavrum, iyi dinle. Biliyorsun, ben sünni Müslümanım. Ben bir tek insanım. Bir tek insan acı çekiyorsa, bütün insanlar acı çekiyordur. Bu Yezidiler yüzlerce yıldır acı çekiyorlar, öldürülüyorlar, soylarını tüketiyorlar. Dünya da bir tek Yezidi kalmadı, diye düğünler, bayramlar ediyorlar. Uzun bir süre de Yezidiler ortalarda gözükmüyorlar. Herkes artık onların soylarının tükendiğini sanırken bir de bakıyorlar ki Yezidiler kurt sürüleri gibi dağlardan çöle inmişler, Şeyh Adi Bin Misafirin dergahına yüz sürüyorlar. Sen de gördün herhalde, yıllardır, önüne gelen Yezidi öldürüyor. Çocuk demiyor, bebek, genç kız, delikanlı, yaşlı, hasta demiyor, dağları çölleri, mağaraları, delikleri bir bir arayarak Yezidi bularak öldürüyorlar. Gene de tükenmiyor, yılmıyor direniyorlar. Ve bütün insanlar, haberleri olsa da olmasa da onlarla birlikte öldürülüyor, acı çekiyor, aşağılanıyor, tükeniyor ya onlar tükenmiyor. Öldürenler de onlar kadar, onlar gibi onlarla birlikte ölüyorlar ya öldüklerinin, çürüdüklerinin farkına varmıyorlar."
Emir anlattıkça yüzü acılaşıyor, derinden acı çektiği, her halinden, sesinin gittikçe bir ağıda dönüşmesinden anlaşılıyordu.
Poyraz, Emirin Bedevileri niçin basıp talan ettiklerini, öldürdüklerini soracağından ödü kopuyor, o da birçok şeyi soruyor, anasını, babasını, köyünü kasabasını, yaşamlarını, Sarıkamışı, Enver Paşayı, bitlerin yiyerek öldürdüğü Hafız Paşayı, her şeyi, her şeyi soruyor, Bedevi baskınlarını, asker kaçaklarının, Kürtlerin, Türklerin, Arapların Yezidi soykırımlarını bir türlü soramıyordu.
Yezidi kırımlarını anlatırken o koskocaman hüzünlü ceren gözleri kısılıyor, kapanıyor, acı içinde çırpınıyor, sesi kısılıncaya kadar kendinden geçerek konuşuyor, sesi kısılıp çıkmaz olunca da susuyordu. "Fırat," diyordu, "Fırat, günlerce, aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı. Fırat suyu kan akıyor baksana. Dicle," diyordu, "Dicle günlerce, aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı. Dünyanın bütün kartalları çöle indiler, çölde insan etine doydular." Birden yüzü ışıyıveriyor, gözlerine sevinç, sevgi doluyor, ağız dolusu gülüyor, sonra susuyor, ardından da patlarcasına konuşuyordu:
"Bunlar şeytana, güneşe, toprağa, ateşe tapıyorlarmış. O şeytan ki Allaha başkaldırmış. Kim gördü şeytanı, Allahın huzuruna kim gitti? Bir yandan bakarsan Yezidiler haklı. Vareden ve yaratan ki topraktır, güneştir, sudur, havadır. Yezidiler günde üç kere, bir sabah gün doğarken, bir kez de tam öğleyin, güneş tepedeyken, bir de gün batarken yönlerini güneşe dönerler dualarını okurlar. Yüzyıllardır bu insanlar öldürüldüler, o kadar sürgün edildiler, o kadar işkence gördüler, o kadar aşağılandılar gene de yılmadılar, tükenmediler. Şu insanoğlunda öylesine bir güç var ki tükenmiyor, çürümüyor, ölmüyor, toprak gibi, ışık gibi, su gibi. Ben Yezidi değilim, ama onların direnme güçlerini, insanlıklarını, dostluklarını seviyorum, onların dirençlerine saygı duyuyorum. Onlar adam öldürmezler. Adam öldürenler Yezidilikten çıkarılırlar. Onlar savaşı bir toplu kırım sayarlar. Savaşa katılmamak için direnirler. Yüzyıllardır kan revan içindedirler, durmadan durmadan kanları seller gibi akmıştır. Ottan başka yiyecek bulamamışlar, ama yürekleri kararmamış, sevinçlerini yitirmemişler, hangi koşul içinde olurlarsa olsunlar, yüce dağların kovuklarında kartallar gibi yaşamışlardır."
Emir coşunca Arapçadan Süryaniyeceye, Süryaniceden Kürtçeye, Kürtçeden Farsçaya geçiyor, en sonunda da gene Arapçada karar kılıyordu.
"Ben Yezidi değilim. Ben bir Emirim, onun için ben bir Yezidi olamam. Ben Yezidi olursam bütün kabilem de Yezidi olmak zorunda. Bu çölde dolaşanların yarıdan çoğu benim kabilemden. Ben bu insanların Emiriyim ya vicdanlarının da Emiri olmak istemem. İnsan din değiştirirken çok acı çeker. Ben insanlara acı çektirmek istemem."
Emir ona Yezidileri, ölümü ve yaşamı anlatırken Poyraz Musa yumulmuş, küçüldükçe küçülüyor, bir topak kalıyor, yüzü kızarıyor, bozarıyor, onun karşısından kalkıp kaçmak, nereye olursa olsun, kalkıp gitmek istiyor, Emirin sözlerinin büyüsüne kapılmış yerinden bir türlü kıpırdayamıyordu.
"Günde üç kez güneşe döner dua ederler, dedim. Onların bizim gibi bellenmiş duaları da yok. Her isteyen çoluk çocuk, genç yaşlı olsun, şeyh olsun, emir olsun herkes güneşin karşısına geçer içinden o anda ne geçiyorsa güneşe söyler. Belki de insan soyunun şimdiye kadar söylediği en güzel dualar bunlardır. Belki de en güzel türküler, en güzel şiirler bu dualardan çıkmıştır. Belki de Mezopotamyanın bütün destanlarının temelinde bu dualar vardır."
Mezopotamyada türlü kavimler, türlü dinler, türlü uygarlıklar... Poyraz bütün bunları can kulağıyla dinliyor ya hiç bir şey anlamıyordu. Yalnız, insanların içlerinden geldiği gibi, güneşe dönüp dua etmeleri, yüreğinin ta köküne kadar işlemişti. Artık bundan sonra ne zaman dua ederse içinden nasıl gelirse öyle dua edecekti.
"İnsanlık çok eskidir oğlum. Milyonlarca, milyarlarca insan, milyarlarca düşünce yaratmışlar. Milyarlarca destan, türkü, şiir yaratmışlardır. Şu insanların birinci derdi de kendinin ve insanların gizine ulaşma çabası olmuştur. Bu gün, insan evrende insanı bildiği kadar hiç bir şeyi bilmez. İnsan insan olduğundan bu yana öldürmekten, savaştan iğrenmiştir ya gene de öldürmüştür."
Yumulmuş kalmış, küçülmüş bir topak olmuş Poyraz birden toparlandı, doğruldu:
"Doğru," diye bağırdı, sonra da başını önüne eğdi, gene bir topacık kaldı. Onun bu davranışına Emir de onun kadar şaşırdı ama bozmadı.
"Bir tek insan ne kadar acı çekerse bütün insanlar o kadar acı çekiyor demektir. Bir insanla birlikte bütün insanlık öldürülmüyor mu? Savaşa karşı savaşmak, öldürmeye karşı öldürmeden savaşmak bu toprakların yarattığı en güzel düşünce olmuştur. Yüzlerce, binlerce yıl bu topraklardaki insanlar savaşmamışlardır. Sonra, sonra da başka kavimler gelmişler Mezopotamyaya, bütün iyilikleri, güzellikleri, bütün güzel düşünceleri yakmış yıkmışlar, savaş, çirkinlik tohumlarını bu topraklara atmışlardır."
Gene:
"Doğru," diye bağırdı Poyraz, Emir ona yürekten güldü. Poyraz da Emire katıldı, böylece karşılıklı bir süre gülüşmeleri sürdü. Kaskatı kesilmiş Poyrazın önce kolları, bacakları, sonra da bütün bedeni yavaş yavaş açıldı.
Emir neşesini bulmuştu: "Ben İstanbulda, Fransada okurken arkadaşlarıma Mezopotamyayı, Mezopotamya tarihini, insanlarını anlatıyordum. Bu arada da bir gün Yezidileri anlattım onlara. Yezidilerin öteki dinler gibi kitapları yoktu. Onlar gene yüreklerinin buyurduğu gibi doğaya, insana, suya ateşe, güneşe inanıyorlardı. Bir kırımdan sonra Yezidiler gene ortadan kaybolmuşlardı. Onları aylarca demir çarık, demir asa arayarak, Sincar dağlarında, Cudi, Ararat, Süphan dağlarında buldum. Birkaç yıl onlarla dağlarda kaldım. Dilleri Kürtçeydi. Çok zengindi, çok sıcaktı. Ben bu dili biliyordum. Burada herkes birbirinin dilini bilir. Bu dil öyle sıcak, insanları öylesine birbiriyle kaynaştıran, insanların aralarındaki bütün duvarları yıkan büyülü bir dildi ki, bu birkaç yılda insanlığı daha iyi öğrenmek mutluluğuna eriştim. Diller iki yüzlü değildir. Dillerin karanlık duvarları yoktur. Kimi diller sonradan taşlaşmış, katılaşmış, sıcaklığını yitirmiştir. Arapça bile katılaşmış bir dildir. Kürtçede ben, o dağlarda, dilin erişilmez sıcaklığını, insan yüreğinin ışığını,
apaydınlık sevgisini buldum."
"Doğru," diye bağırdı Poyraz.
"Doğru," dedi, Emir, ayağa kalktı, aşağıya Laliş koyağının ucuna, hurma bahçelerine yürüdüler.
Emir uzun boylu, kartal burunla, hüzünlü iri ceren gözlüydü. Ayağındaki kundura yepyeniydi, parlıyordu. Başındaki agel altın sırmaydı, güneşe gelince çakıp sönüyordu. Uzun sütbeyaz maşlahı kundurasının üstünü örtüyordu. Sağ kulağındaki altın halka onun bakır rengi, derin gamzeli yüzüne başka bir güzellik katıyordu. Simsiyah kıvırcık sakalı, bakır rengi yüzü, çok uzun boyuyla, biraz önce Laliş koyağından çıkmış gelmiş, görkemli bir Sümer kıralı heykeline benziyordu. Az sonra da gene bir tunç heykele dönüşecekti.
Durmadan Poyraza sorular soruyordu. Poyraz da hiç bir şeyi esirgemeden, onun her sorduğuna en küçük ayrıntısına kadar karşılık veriyordu.
Emir ona:
"Burada, benim yanımda kal. Ben çok büyük şehirler gördüm. Aşağı yukarı, bütün Avrupanın şehirlerinde yaşadım, böyle güzel, sıcak, insanca bir yaşamı hiç bir yerde bulamadım. Sonra her şeyi bıraktım çöle döndüm. Şimdi cerenleri evcilleştiriyorum. Şimdiden bir sürü cerenim var. Yakında sürü çok daha büyüyecek. Ben cerenleri evcilleştirmenin gizine erdim. Eski türkülere bakarsan Ninovalılar da cereni evcilleştirmişler, Sümer, Babil kıralları hep ceren sütü içerlermiş. Ben de içiyorum. Benimle kal burada. Benim kabilem çok geniş. Taa buradan Akdeniz kıyılarına, Filistin çöllerine, Zeytin dağına kadar. Aşağı yukarı bütün Arabistana yayılmış bir kabile. Her yıl bütün aşiretleri dolaşmak zorundayım. Birlikte dolaşırız."
Poyraz karşılık vermiyor, Emir durmadan kabilesini, kabile soyağacının Kıral Sargona kadar çıktığını söylüyordu. Poyraz anlıyordu, kabile soy kütüğünün Emirin soy kütüğü olduğunu.
Çadıra dönünce Emir işlemeli gül ağacı bir sandıktan ipek bir kumaş üstüne yazılmış bir soyağacı kütüğü çıkardı. Bir hayat ağacı, uzun, yeşil ipekli kumaşın üstüne yapılmış, ağacın her bir dalına bir ad yazılmıştı. En tepedeki dalda da Kral Sargonun adı vardı. Poyraz uzun uzun soyağacını incelerken Emir susuyordu.
"Seni Şeyh Adi Bin Misafirin dergahına götüreyim. Çok ilginçtir. Laliş, sanıyorum ki kutsal bir koyaktır, belki de Sümerlilerden bu yana. Belki de ilk ateşin parladığı yerdir. İnsan Lalişe varınca, bu dünyadan her şeyiyle ayrılıyor, başka, büyülü bir dünyaya giriyor, burada doğmuş büyümüşçesine hemen oraya alışıveriyor, bir daha da oradan ayrılmak istemiyor. Buraya gelip de bir daha dışarıya hiç çıkmayan çok kişi biliyorum."