Antalya’dayız. Hava sıcak. Dışarıda deniz, kum, eğlence var. İçeride 800 kişilik salon dolu. “Denize atlamak varken… Çabuk bitse” dilekli gözler bana bakıyor.
“Merak etmeyin” diyorum, “konuşmam bittiğinde sizi kovmak zorunda kalacağım”, gülüyorlar. “Aslında dünyayı değiştirebilirsiniz” diyorum, inanmıyorlar. Devam ediyorum, “Ama siz hep başkalarının değişmesini bekliyorsunuz.” Doğrudan kendilerini anlattığımı fark etmeye başlıyorlar. “Başkalarının değişmesini bekledikçe aynı kısır döngüye devam edeceksiniz, çünkü onlar değişmeyecekler.” Konferans 2 saat sürüyor, dikkati dağılan yok.
“Bitti” demek zorunda kalıyorum. Kalabalık etrafımı sarıyor. Çünkü insanlar kuru laflardan sıkıldılar. Birileri onlara kendi potansiyellerini nasıl açığa çıkaracaklarını, sert gerçeklerle de olsa anlatsın istiyorlar. Kaynak güvenilirse, insan bilgiye açık.
Ülkeler de insanlar gibidir, kendi potansiyellerini açığa çıkardıklarında koşulları değiştirebilir, engelleri
-Önce insan ormandan korkardı, şimdi orman, insandan korkuyor.-
İsteyip de yazma fırsatı bulamadığım yazılar zehirleyecek beni. Sıcak Temmuz’un ilk yazısında ağaç gölgesine oturup serin bir yaz yazısı yazmak isterdim. Hafif yaz rüzgârında yaprakların birbirleriyle dansını izleyerek yazmak vardı. Olmadı. O ağaçlar alev almış, gölgeleri yok. Yaprak titreten rüzgârlar yangını savuran kabusa dönmüş.
Her yıl bu zaman “yeşil vatan” yanıyor. Ağaçlar, hayvanlar, doğa ölüyor. Alevden kılıçlarla büyük yaralar açılıyor. Gelecek yıl bu zamanlar yine yanacak, biliyoruz. Dünyanın başka yerleri de yanıyor, Brezilya ormanları tam 200 gün yandı. Bizde fark, “nedenler” ve “çözümler” üzerinde oluşuyor.
Bizim ormanlarımız yandığında nedenlerin başında “insan” unsuru olduğu açıklanıyor. İzmarit, cam atmak, anız, ateş yakmak gibi davranışları, bilinçsizlik olarak tanımlıyoruz. Uyarılar yoğunlaşıyor. “Yapma” dediğinizde yapmayan kaç insan tanıyorsunuz? Bilinçsizlik
İlk seçilmesinden sonraydı. Yemin töreninin ardından yapılan basın toplantısında gazeteci sormuştu: “Sizin yemin töreniniz mi daha kalabalıktı, Obama’nınki mi?”
Trump “Elbette benimki” demişti. Gazeteci ısrar etmeyince fırça da yememişti. Daha sonra Basın Sözcüsü Sean Spicer, “Başkan doğruyu söylüyor” dedi, “Törenin kalabalık görünmemesinin nedeni, meydanın çevre düzenlemesinin değişmesi.”
Gerçekte ise Obama’nın kalabalığı kat kat fazlaydı. Yalancılıkla suçlanan gazeteciler, tören alanına giden metroyu kullananların oranını açıkladı: Saat 11.00’de Trump’ın törenine gelenler 193 bin, Obama’da ise aynı saatte 513 bin kişiydi!
Trump’ın doğruyu söylediğini kanıtlamak için paylaşılan fotoğraf ise, törenden bir yıl önceki Cleveland Cavaliers’in NBA şampiyonluk kutlamalarına aitti!
Konu uzun süre ABD kamuoyunu meşgul etti. Tıpkı şimdilerde İran’ın nükleer gücü imha edildi mi, edilmedi mi tartışmasının dünya kamuoyunu meşgul ettiği gibi. Bu kez
Bazı derslerimin ilk haftasında tahtaya geçmişten geleceğe yönelen uzun bir ok çizerim. Üzerine iletişim açısından önemli birkaç tarihin çentiklerini atarım.
Ana gelişim hatlarını ortaya koymadan insanları anlayamaz, imajları yönetemez, değişimin yansımalarını sağlıklı analiz edemeyiz.
İletişim dendiğinde akla hep “söz”ün, “ses”e dökülüşü, ağızdan çıkan hali gelir. Oysa iletişimde “öz”, “yazı”dır. Yazıyı çıkarırsanız geriye anlamlı bir gerçeklik neredeyse kalmaz. Yazılı bir metni, sözlü bir metinden daha değerli bulmamız, gazetelerin itibarda diğer iletişim araçlarından önde olması bundandır.
İnsanın zaman çizelgesinde yazı, bulunması, icat edilmesi, dönüştürülmesi en zor tekniktir. O kadar ki, mağara duvarına çizilen ilk resimlerle bugünkü haline benzer çizimler arasında geçen süre 37 bin yıl. Yanlış okumadınız, gelişimi en çok zaman alan tekniktir yazı. Ne kadar saygı hak eden bir birikim.
Zaman çizelgesine geri dönelim.
Yazıy
Bir, uluslararası ortamda “gerçek”, “etik”, “hukuk”, “kural” gibi kavramların geçerli olmadığı bir alacakaranlık kuşağına hapsolduk.
İki, uluslararası ilişkilerde satranç metaforu artık kullanılamaz. Kullanılabilseydi, satrancın anavatanı İran, bu sorunları yaşamazdı. “At”ın at, “şah”ın şah, “kale”nin kale gibi hareket etmediği, kuralların alt üst olduğu bir dünyadayız.
Üç, “algı yönetimi” alanı Yahudi kökenlidir. İran’a saldırmadan bir gün önce, Netanyahu’nun “ağlama duvarı”na bıraktığı kâğıtta, Tevrat’a gönderme yaparak “halk büyük bir aslan gibi ayağa kalkacak” ifadesinin, “yükselen aslan operasyonu”na işaret ettiği ifade edilse de, bölge ülkelerinin mesajdaki “büyük” sözcüğünü dikkatlerden kaçırmamaları gerekir. Bu saldırının yönü ve derinliği her an farklılaşabilir.
Dört, gerçeğin yerini algı ve “miş gibi”liğin aldığı, “yalan”ın
Bugün bayram olmasaydı Cumhurbaşkanı başdanışmanı Mehmet Uçum’un sosyal medya açıklamaları üzerine yazmak istiyordum. Bayram sonrasına kaldı. Zira Uçum’un paylaşımlarında haber değerinden fazlası, felsefi derinlik var.
Felsefi tartışmalar, toplum sağlığı için su gibi gereklidir. Farklı görüşler birbirleriyle karşılaşınca birbirlerini de beslerler. Karşılaşmalar güzeldir.
Bayramlar insanlar arasındaki karşılaşmalara fırsatlar verir. Son yıllarda bayramların tadının kalmadığını konuşmak bu fırsatların yokluğuyla ilişkili. Bayramlar tatil fırsatı anlamına gelmeye başladı. Hafta sonunu bayram tatiliyle birleştirme kararları da tatile teşvik gibi oluyor.
İnsanlar kentlerden kaçınca kentlere dair sorunlardan da kaçtığını sanıyor. Bayramların kaçmak üzerine değil, bir araya gelmek üzerine olduğu unutuluyor.
20. Yüzyılda toplum birbirine benzerler üzerinden örülürken, 21. Yüzyılda birbirine benzemezlerin bir araya gelmesiyle oluşuyor. Neoliberalizmin “Kendini düşün, başkasının başına ne gelirse gelsin” vurgusu, ortak bir gelecek tasarımını
Önceki gün Milliyet’in 75. Yıl ekini elime aldığımda, Türkiye odaklı bir dünya tarihi ansiklopedisini tutuyor gibiydim. Müthiş bir emek. Alkışı hak eden bir iş. Arşivlenecek bir olaylar tarihi.
Hızlı akan dünya ve daha da hızlı akan Türkiye gündeminde bir yandan günlük gazete çıkarıyorsunuz diğer yandan ek için derinlemesine araştırıyor, inceliyor, eliyor, seçiyorsunuz. Hem de bunu dünyanın yeniden biçimlendiği, ülkemizin zorluklardan geçip geldiği 75 yıl için yapıyorsunuz… Emeği geçen herkesi kutlamak gerek.
Milliyet karakteri gereği, sadece bir gazete olmadığını, yakın Türkiye tarihinin en önemli tanığı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Genel Yayın Yönetmeni Özay Şendir’in “Kazandığımız her tecrübe bize daha insani, evrensel ve demokratik bir Atatürk Türkiye’si mücadelesinde güç veriyor” vurgusu, gazetenin karakterini özetliyor.
Karakter, kişiliğin eyleme geçtiği andaki görünürlüğüdür. Olaylar, durumlar, süreçler
Yine kameralar önünde bir devlet başkanını küçük düşürmekte sakınca görmedi. Nezaketle ilgilenmiyor. Gerçek olmayan fotoğrafları gösteriyor, yalanlanmayı umursamıyor. Saldırganlaşabiliyor.
Gazetecilere küfrediyor, hakaret ediyor. Kovuyor. Kadınları aşağılıyor. Göçmenleri suçluyor. Ciddi ortamlarda ev partisindeymiş gibi dans ediyor. Denge gözetmiyor. Hayal satıyor. Her yeri sahneye çevirebiliyor. Kural tanımıyor, ilke umursamıyor.
“Normal” olan ne varsa dışına çıkıyor. Yerleşik olanı yıkıyor. “Buz kırıcı” liderlerin aksine, “norm kırıcı” gibi davranıyor. Freud’un narsizm tanımının somut karşılığı gibi “kendisini dünyanın merkezine koyuyor.” Onun için imkânsız yok, istekleri var.
Böyle rahatsız edici biri, neden bu kadar ilgi görüyor, popülerleşiyor? Neden gittiği her yerde alkışlanıyor? Neden insanlar hem nefret edip hem de hoşlanabiliyor? Bu sıra dışı adamın, sıra dışı iletişim yönteminin sırrını soranlar o kadar çok ki, yazayım.
Son yıllarda sinemadan edebiyata