Yazarlar Tarih nehrinin akışı...

Tarih nehrinin akışı...

22.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Tarih nehrinin akışı...

Tarih nehrinin akışı...

Şükrü ELEKDAĞ

AB'nin Brüksel zirvesinde aldığı kararın Türkiye'yi nasıl etkileyeceği kamuoyumuz tarafından iyi anlaşılmış değil. Siyasi liderlerimizin, "yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır" yolundaki demeçleri de halkımızın gerçekleri görmesine yardımcı olmuyor...
Oysa, bu karar, 26 Avrupa ülkesinin bütünleşme sürecini başlatarak 21. asır Avrupa'sının sınırlarını belirlerken, Türkiye'yi bu yapılanmadan dışlıyor. AB'nin, siyasal, ekonomik ve savunma alanlarında bütünleşmesinin tamamlamasıyla birlikte Avrupa Birleşik Devletleri kurulmuş olacak.
Ve... tarih nehrinin akışı değişecek...
Zira bu, Avrasya'nın tüm ekonomik, siyasal ve stratejik dengelerini değiştirecek önemde bir oluşum... Bunun dışında kalması, Türkiye'nin yalnızlığa itilmesine, dış güvenlik risklerinin artmasına ve kalkınmasıyla yakından irtibatlı olan Avrupa ekonomisiyle bağlarının zayıflamasına yol açacağı bir gerçek.
Şu noktanın iyi anlaşılması lazım: Türkiye, 1998'de başlayacak AB genişleme sürecine katılamazsa, tam üyelik kapısı ülkemize ilelebet kapanacaktır.
Çünkü, AB'nin genişleme dosyasını tekrar açması, ancak adaylıkları tescil olunan onbir ülkeyle bütünleşmesini tamamlamasından sonra mümkün olabilir. Bunun için de en azından 15 - 20 yıl beklemek gerekecektir. O zamana kadar da, Türkiye ile AB arasındaki farklılıklar o denli artacaktır ki, ülkemiz için tam üyelik artık bir hayal olacaktır.
Bu bağlamda, çoğu Türkiye ile aynı ihraç mallarını üreten tam üyelik yolundaki on Merkezi ve Doğu Avrupa Ülkesi'nin (MDAÜ), AB'nin kendilerine bağışlayacağı 75 milyar ECU'lük (100 milyar dolar) yardım ve yararlanacakları AB kaynaklı yoğun sermaye ve teknoloji akımıyla, ileri bir rekabet gücü kazanacakları dikkate alınmalıdır.
Bu durumda, Türkiye, MDAÜ'lerin keskin rekabeti karşısında, AB içindeki pazar payının daralması tehlikesiyle karşılaşacaktır. Bunun da, Türk ekonomisi üzerinde ciddi hasarlar yaratacağını tahmin etmek zor değildir. Zira, ekonomimizin büyüyüp gelişmesi, Türkiye'nin AB pazarındaki yerini muhafazanın da ötesinde bu pazardaki payını artırmasına bağlıdır.
Aynı şekilde, ABD - Türk ilişkilerinin yarım asırlık seyir çizgisi, Washington'un Ankara ile gerçekleştirebileceği yakınlaşmanın sınırları olduğunu ortaya koymaktadır. Parasını ödediğimiz destroyerleri üç yıl gecikmeyle alabilmemiz, Kobra helikopterleri üzerinde ise Kongre'nin gizli ambargosunun hala devam etmesi, bu gerçeği açıkça ortaya koyuyor. Clinton, "Türkiye, ABD için müthiş önemli bir ülke" derken, bu sözleri bir "rüşvet - i kelam" olarak sarfetmeseydi, Başbakan Yılmaz'ın IMF konusundaki taleplerini kulak arkasına atar ve onu Türkiye'ye eli boş gönderir miydi?
Rusya ile ilişkilerin de rizikolu bir niteliği var.
Rusya ile ticari ve iktisadi işbirliğimiz dinamik bir çizgide gelişmekle birlikte, Moskova'nın emperyal refleksleri, iki ülke ilişkilerinin istikrarlı ve karşılıklı güvene dayalı siyasal bir zemine oturtulmasını güçleştiriyor.
Bunları belirtmekten maksadımız, Türkiye'nin, uğrayacağı kayıpları, ABD ve Rusya ile yoğunlaştırabileceği ilişkilerle telafi etmesinin mümkün olmadığını ortaya koymaktır.
* * *
AB'nin ülkemizi Avrupa bütünleşmesinden dışlayan kararının, ülkemiz açısından yarattığı koşullar, bazı yönleriyle Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde karşılaştığı durumu anımsatıyor. O zaman da, Türkiye kendini tehlikeli bir yalnızlığa itilir bulmuştu.
Ancak, Türk hükümetlerinin, demokratikleşme ve dış politika alanlarında aldıkları cesur kararlar sayesinde, Türkiye, önce Birleşmiş Milletler'in kurucuları arasında yer almış, sonra da önündeki muazzam engelleri aşmayı başararak NATO'ya üye olmuştu.
Bu bağlamda, Başbakan İsmet İnönü'nün, koltuğunu da kaybetme pahasına çok partili sisteme geçme kararını alırken gösterdiği örnek devlet adamlığını ve büyük özveriyi unutmak kabil mi?
İsmet Paşa'nın bu kararı, CHP'nin 1950 seçimlerinde depremsel bir yenilgiye uğramasına yol açmıştı, ama Türkiye'ye çok şey kazandırmıştı. Demokratikleşme yolunda atılan bu tarihi adım ve arkasından Menderes'in Kore'ye asker yollama kararı, Türkiye'ye NATO kapılarının açılmasını sağlamış ve onu tehlikeli yalnızlıktan kurtarmıştı. Bu sayede, Türkiye'nin yarım asırlık bir güven ve istikrar ortamından yararlandığını kim inkar edebilir?
Türkiye, bugün de bir yol ayrımında. Ulusal çıkarlarımız, AB'ye tam üyelik hedefini kaybetmememizi, bunun için de bize dayatılan bazı haksız şartları geri aldırtmamızı gerektiriyor. Ancak, bunun, sadece AB'ye öfkelenmekle sağlanamayacağı da aşikar.
Hükümet, şimdi Türkiye'nin ve Türk insanının dünyaya karşı başını dik tutabilmesi için bir çağı yakalama perspektifi hazırlamalıdır. Çağımızın değerlerinin, insan, hak ve özgürlükler üzerine kurulu olduğunu artık kavramalı ve önce ülkemizi utanç verici işkence suçlamalarından kurtarmak ve demokratik hukuk devletini kurmak için ne gerekiyorsa yapmalıdır. Aynı zamanda, ekonomiyi düzeltmek amacıyla da dünyaya güven verici bir istikrar programı uygulama kararlılığını göstermelidir.
Türkiye'nin, 2. Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde olduğu gibi, bugün de, "gelecek seçimleri değil, gelecek nesilleri düşünen" devlet adamlarına ihtiyacı var.
Tarih nehrinin akışı değişirken hükümet bu cesaret ve basireti gösterebilecek mi?

Yazara Email S.Elekdag@milliyet.com.tr