CaddeGeçmişin menzilleri kalbinize batarsa...

Geçmişin menzilleri kalbinize batarsa...

25.04.2012 - 21:00 | Son Güncellenme:

İstanbul’un en yaşlı ve seçkin semtlerinden Nişantaşı, İbrahim Yıldırım’ın kitabında bambaşka bir anlama bürünüyor.

Geçmişin menzilleri kalbinize batarsa...

“Nişan taşının bir intikam okuna dönüşüp kalbinize ya da diğer bir uzvunuza batmayacağını kim söyleyebilir?” diye soran Yıldırım’la hem kitabını hem de semtin tarihini konuştuk

Haberin Devamı

* Nişantaşı Suare’yi, bir Nişantaşı kitabı gözüyle mi yoksa bir İstanbul kitabı gözüyle mi okumak lazım?
Nişantaşı Suare, yalnızca bu semte değil, İstanbul’un 50 yıl boyunca geçirdiği değişime göndermeler yapan bir roman. Bence böyle okunmalı. Çünkü İstanbul’un bütün semtleri, öyle ya da böyle değişiyor. Bugünkü ihtiyaçlara cevap vermeye çalışırken, eskiye hoyrat davranmamalı, insanların anılarını ve hayallerini zaafa uğratmamalıyız. Örneğin Sultanahmet, trafiğe kapatılarak bir kez daha dönüşüyor ama ortasından tramvay geçiyor. Bir yandan kentin bağrını delen çağdaş bir ulaşım aracı, bir yandan tarihi doku... Buna karşın Sultanahmet giderek cilalanıp turistik bir semt oluyor.

* Bu romanı yazarken hangi kaynaklardan yararlandınız?
Bildiklerimle yetinmedim, başkalarının anlattıklarına da yöneldim. Hatta uzunca süre, 1-2 cümleyle olsa bile içinde Nişantaşı geçen romanları yeniden okudum. Kitapta bunların bazıları yer alıyor. Örneğin konaklar dönemini, daha doğrusu 1920’leri işaret etmek için Sodom ve Gomore’ye (Yakup Kadri Karaosmanoğlu); tramvaylı dönemlere, yani 50’lere gitmek üzere Aylak Adam’a (Yusuf Atılgan), 1980’leri vurgulamak içinse Cehennem Kraliçesi’ne (Selim İleri) yöneldim. Bu üç romanın aralarında 30’ar yıl var. Nişantaşı Suare’yse 2010’da yazıldı ve 100 yılı aşkın bir dönemi içeriyor.

Haberin Devamı

Geçmişin menzilleri kalbinize batarsa...

İbrahim Yıldırım

“50 yıl önce daha zarif bir semtti”

* Geçmişteki Nişantaşı’yla bugünkü arasında ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
Geçmişte de seçkin bir semtti, bugün de öyle. Ama bir farkla; ayrıcalıklı olduğu sürekli yinelendiğinden bunun kibriyle esrimiş gibi. Sırtı sıvazlanmaktan, aşırıya kaçmayı hak gören ailenin tek çocuğuna benziyor. Oysa
50 yıl önce bu denli kurumlanan bir yer değildi, daha zarifti.

* Nişantaşı’nın yeni halinden memnuniyet duymuyorsunuz sanırım...
Aslında romandaki memnuniyetsizliğin nedeni, geçmişe ait izlerin kaybolması değil, bugünden geleceğe pek bir şey kalmayacağından korkulması. Bunun bir nedeni de, her şeyin yeni ihtiyaçlara göre düzenlenmesi. İnsanlar artık yollar, otoparklar, kafeler, restoranlar, alışveriş merkezleri istiyor. Bunun için de geleceğe aktarılması gereken şeyler yok ediliyor, biçim değiştiriyor. Örneğin Meşrutiyet Camii’nin avlusu vardı. Şimdi yok.

* Bayramları tasvir ettiğiniz bölümde bugünden çok farklı bir Nişantaşı portresi çiziyorsunuz. O günlerin bayram sokaklarını anlatır mısınız?
Bayramlar ‘bayram’ gibi kutlanırdı. Egemen olan duygu tatil yapma, uzak yerlere gitme dürtüsü değil, çocuklar için eğlenceydi. Zaten, bayram tatillerinde İstanbul dışına çıkmak akla gelmezdi. Yazsa belki Florya Plajı’na, belki Tarabya’ya gidilirdi. Kışsa bir tek Uludağ vardı, ama o da filmlerdeydi. Olanaklar sınırlıydı. Romanda anlatılan süslü at arabalarını, bayram yerlerini, kayık salıncakları, kırık atlı karıncaları hüzünle hatırlasam da, düşündükçe, bayram çocuğu gibi seviniyorum.

Haberin Devamı

Geçmişin menzilleri kalbinize batarsa...

Kurukahveci Mehmet Efendi’nin sonradan ‘Lotüs’ adını alan
apartmanı Teşvikiye Caddesi’nde.

“Fulya, ilk gecekondu semti”

* Mecidiyeköy’e doğru yükselen bir bayırda Hıdrellez şenliklerinin yapıldığını, Nevruz’da ateşlerin yakıldığını anlatıyorsunuz. Bu bayır neredeydi?
Orasının adı 50-60 yıl önce Balçık Tarlası’ydı. Şimdi Fulya Mahallesi deniyor. İstanbul’un ilk gecekondu semti... Evimizin balkonundan bu bostanlık yeri görüyordum. Bir sabah küçük evlerle dolmaya başladığına tanık olmuştum. Sonraları, belediye ekiplerinin müdahalelerine de tanıklık ettim. Kısa sürede, eğri büğrü kondularla doldu. Sonra
2-3 katlı binalar yükseldi. 1980’den itibaren de daha yüksekleri zuhur etti.

* Okuru sık sık cehalet ve bilgisizlikle itham ediyorsunuz. Kitap boyunca bu hissediliyor ve hatta, “Nişan taşının bir intikam okuna dönüşüp kalbinize ya da diğer bir uzvunuza batmayacağını kim söyleyebilir?” diye soruyorsunuz. “Aranızda kaç kişi menzil taşının dikilmesine neden olan olayı biliyor? Kim Osmanlı okçuları hakkında ayrıntılı bilgi sahibi?” diyorsunuz...
Nişantaşı ve Teşvikiye’de dört menzil taşı var. Biri, Harbiye Karakolu’nun yanındadır ve 1-2 metrekarelik bahçeye sığınmıştır. İkincisi Teşvikiye Camii’nin avlusundadır. Kitapta söz edilense; Teşvikiye-Valikonağı ve Rumeli Caddeleri’nin kesiştiği dört yol ağzında. Nişantaşı’nda bir anket yapılsa ve o taşlar sorulsa; alınacak yanıtlar hiç de iç açıcı olmayacaktır. Doğrusu, geçmişin o ‘nişanları’nın gün gelip iyice anlamsız bulunacağından korkuyorum.

* Kınalıada ve Aksaray çevresinde geçen bir roman daha yazmayı planlıyormuşsunuz... Bu projenizde de insan öyküleri olacak mı?
30-35 yıldır yazları Kınalıada’ya gidiyorum. Tabii ki tarihiyle, binalarıyla, insanlarıyla ilgilendim; hatta izlenimler biriktirdim. Bazı evlerin sahip değiştirmelerine, göçlere tanık oldum. Bunları yazacağım, ama şimdilerde Aksaray-Samatya-Kocamustafapaşa’yı anlatan bir romana yoğunlaştım.

Haberin Devamı

“Orhan Pamuk yalnızca bir yazar değil”

Haberin Devamı

* Masumiyet Müzesi bu hafta sonu açılıyor. Gidecek misiniz?
Oraya gitmek, 83 bölümden oluşan romanın, 83 vitrinde sergilenen masumiyet nesnelerini görmek istiyorum. Bu girişimi olumlu bulduğumu da söylemeliyim. Öte yandan, Orhan Pamuk’u yalnızca bir yazar olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Yazarlıktan kazandıklarını, bir romana ya da müze binasına dönüştürmesine ancak gıpta edebilir; “Keşke benim de böyle bir olanağım olsaydı” diye hayıflanabilirim.

Kitaptan bölümler

* “Mecidiyeköy’e doğru bir bayır yükselirdi. Buraları dutluktu, kırlıktı; akan pis suya karşın, eğlencelerin, düğünlerin, Hıdrellez şenliklerinin yapıldığı, Nevruz’da ateşlerin yakıldığı bir mesire yeriydi. Vakti geldiğinde buraya çarşaflarla kovalarla gidilir, dut silkelenirdi... Böğürtlen çalılıkları, bodur aylandızlar arasında yürünüp Etfal Hastanesi’ne, yani Şişli tarafına doğru çıkıldığındaysa Kanlı Dere’ye temiz suyunu akıtan küçük çağlayana ulaşılırdı. Halkın Acısu Çeşmesi dediği bu koyak, kuşların ve küçük memelilerin uğrak yeriydi ve bir süre İstanbul’un ilk gecekondularının su ihtiyacını da karşılamıştı. Hatırladığım kadarıyla yabani elma, kızılcık, kestane, ceviz, iğde, hatta muşmula ve zeytin ağaçları da vardı.”

* “50 yıl önceki Nişantaşı bugüne hem benzer hem benzemezdi. Şık hanımlar ve beyler o zamanlarda da Rumeli ve Valikonağı Caddeleri’nde salınarak dolaşır, piyasa yaparlardı. Bu kişiler de kurumluydular ama tavus kuşları gibi kanatlarını açıp çığlık çığlığa ayrıcalıklı olduklarını bağırmazlardı: Kendilerini daha modern, daha eğitimli bellediklerinden ya da sandıklarından snoptular ama aynı zamanda biraz daha alçakgönüllü, biraz daha yerliydiler. Üstelik çoğu eski yerleşiklerdendi, aralarında Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin konak alışkanlığını sürdüren güzide şahsiyetler hiç de azımsanmayacak sayıdaydı... Sıtkı Ağabey’e göre menzil taşı, bu insan grubu için biraz uzak durulması, ama özen gösterilmesi gereken bir yadigardı.”

* “Lütfen her gün görmeden geçtiğimiz, hakkında pek de fazla bir şey bilmediğiniz semtinizin göbeğindeki menzil taşına daha fazla özen gösterin.”