03.04.2010 - 01:00 | Son Güncellenme:
Yazı: Kerem Sanatel
Yönetmen Louis Malle, onu duyarlı Joan Crawford ile derin Jeanne Moreau’nun bir bileşimi olarak tanımlıyor. Julianne Moore, 90’lı yılların ilk yarısındaki bir avuç filmde, kaygılı ve kırılgan görünümüyle kim bu dedirten gizemli bir aktristi sadece. Geniş kitlelerce fark edilmesini sağlayan ilk sinema filmi olan 'Beşikteki El'de kül yutmaz emlakçı rolünü kapabilmek için yönetmen Curtis Hanson’ın yapımcılara epey dil dökmesi gerekmişti; çünkü Hanson dışında herkes, pembe dizilerle tanınan bir aktrisin bu gerilim filminin tonunu zedeleyeceğini düşünüyordu.
Moore, yönetmenin yüzünü kara çıkarmadı ve psikopat De Mornay’in foyasını ortaya çıkarmaya çalışırken korkunç bir akıbetle yüzleşen Marlene Craven rolüyle kısa ama akılda kalıcı bir performans sergiledi. İlk başlarda ismi değilse de yüzü kesinlikle akılda kalıyordu. Şeytanın bacağını tam anlamıyla kırdığı bu rolle sinemaya iyi bir geçiş yapmıştı ama bir sonraki Madonna filmi 'Body of Evidence' taki küçük rolü onun adına bir gerileme sayılabilirdi. Neyse ki, Robert Altman’ın daha sonra 'Manolya / Magnolia' ya da ilham verecek ‘zincirleme etki’ öyküsü 'Short Cuts' imdadına yetişti. Cüretkar çıplaklık içeren sahneler nedeniyle Madaleine Stowe’un reddettiği rol ona verilmişti. Ama Moore’u dergi manşetlerine taşıyan şey, sadece çıplaklığı olmadı.
Her türde boy gösterdi
Başrol için yeterince güçlü bir isim olarak anılabilmek uğruna, kapasitesindeki bir aktrise göre yardımcı rollerde çok fazla vakit kaybettiği söylenebilir. İlk başrolünü aldığında yıl 1995’i gösteriyordu. 1997’de 'Ateşli Geceler / Boogie Nights' la ilk Oscar adaylığını alana kadar da neredeyse her türde boy gösterdi. Duygularını maskelemek için sık sık başvurduğu buruk gülümsemesi onun kendisine has imzalarından biri. O gülümsemenin özgüven dolu harika kahkahalara dönüşmesi ise en az bir on yılını aldı. Moore, kendisini duygusal gerilimden çekinmeyen bir ödlek olarak tanımlıyor. Yani 'Hannibal'ın setinde Oldman’ın makyajından veya Hopkins’in hâlâ uyanık Liotta’nın beynini yemesinden değil de bir inek sürüsünden korkmuş. Helen Hunt ve Cate Blanchett gibi adayları sollayarak Clarice Sterling rolünü kapan Moore, bu yüzden sette epey alay konusu olmuş. Neyse ki performansı alay edilecek bir performans değildi. Hiçbir zaman da öyle bir performans göstermedi. Acıları mümkün olabilecek en az sıyrıkla atlatma konusunda gerçek hayatta da aynı başarıyı gösteriyor mu bilinmez ama badire atlatması gereken karakterler söz konusu olduğunda ilk akla gelen isimlerden biri kendisi. 'Dokuz Ay / Nine Months' da çocuklara tahammül edemeyen bir psikiyatristten hamile kaldı. Doksan dakikayı onu iyi bir baba olacağına ikna etmekle geçirdi. Seyirciyi ise ikna etmeye ihtiyacı yoktu.
Picasso’nun karşısında
'Suikastçı / Assassins' de birbirlerini öldürmek için yapmadıkları şaklabanlık kalmayan iki adamın arasında kaldı. Sete adımını atar atmaz sinir krizi geçirdiği bir sahneyle başlamak zorunda kaldığı 'Picasso’yla Yaşamak / Surviving Picasso' da ise kadınları duygusal anlamda tarumar eden Picasso’nun karşısındaydı. Üstelik senaryonun akışına ve canlandıracağı karakterin hikayedeki yerine göre öncelik taşıyan bir sahne de değildi bu. Ama Stallone ve Banderas’lı bir aksiyondan kurtulabilen bir oyuncu için Picasso’nun hoyratlığı nedir ki?
Bir İkinci Dünya Savaşı romantizmi olan 'Zor Tercih / The End of the Affair' de, cinsel özgürlük arayan soylu bir kadını canlandırdığı rolüyle ikinci Oscar adaylığını kazanmış ama bu ödülü Hilary Swank’e kaptırmıştı. O gece yönetmen Bart Freundlich’in hediye ettiği sürpriz nişan yüzüğü sayesinde üzüntüsünü yine kolaylıkla bağrına bastı. Üstelik Ellen Barkin’in itirazlarına rağmen gerçekleşmiş bir nişandı bu. Bugün hâlâ birlikteler.
MOORE, ‘TEK BAŞINA BİR ADAM’ DA
Moore, onu tanımlamanızı kolaylaştıran birbirine benzer rolleri seçme eğilimi göstermesine rağmen, filmografisini mümkün olduğunca renklendirmeye de gayret gösteren bir aktris. Mesela bilim kadını rolleri, en az 'içine kapanık kadın' rolleri kadar yakışıyor ona, orası kesin. 'Kayıp Dünya / The Lost World: Jurassic Park' sayesinde ciyak ciyak bağırarak kaçmaya alışkındı zaten. Keza 2001 yapımı bilimkurgu komedisi 'Evrim / Evolution' da onu dramlarla takip eden seyirciler açısından beklenmedik bir tercih olmuştu.
Artık çok daha az tür değiştiriyor, oynadığı rollerde de giderek daha ağır duygusal yüklerin altına giriyor, ama buna karşın ‘yardımcı kadın oyuncu’ kulvarından dışarı bir türlü adım atmıyor. Belki Hollywood’un erkek egemen bakışındaki çarpıklıktan, belki de kişisel tercihlerinden.
Eşcinsel hakları savunucusu
Onunla ilgili dikkat çekici gelişme-lerden biri de 2000’li yılların başından itibaren sinemanın Madonna’sına, Bette Midler’ına veya Barbra Streisand’ına, yani bir gey ikonuna dönüşmesi. Müzik dünyasının aksine sinemada kadınlar öyle kolay kolay gökkuşağı yıldızına dönüşmüyorlar. Sırf eşcinsel karakterleri canlandırdıkları için de bu sıfata layık görülmüyorlar. Moore’un asla itiraz etmediği bu sıfatı tetikleyen ilk film, 2001 yılında çektiği 'Cennetten Çok Uzakta / Fark From Heaven' dı. Bundan sonra da her fırsat geçtiğinde, diğer pek çok yıldızın aksine bir tür yadsıma tavrı sayılabilecek ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ kıvamındaki suskunluğa yenik düşmedi ve eşcinsel haklarını savunan duruşuyla takdir gördü.
Mesela 2007’de GLAAD Medya Ödülleri törenine kırık ayak parmağıyla katılıp da nedenini soranlara “Paramount’un kapısını tekmelediğim için oldu demek isterdim, ama oğlumun peşinden koşarken oldu,” yanıtını verdi; zira o dönemde Paramount, eşcinsel karşıtı nefret söylemleriyle tepki çeken Laura Schlessinger’a bir TV programı hazırlatmaktaydı. Gökkuşağı filmlerinde güven verici büyük abla, bazen de “Savage Grace”te olduğu gibi cüretkar ve önyargısız biçimde oğluyla aynı yatağı paylaşan bir anne konumunda yer alan Moore, Tom Ford’un İstanbul Film Festivali’nde de görücüye çıkacak Christopher Isherwood uyarlaması 'Tek Başına Bir Adam / A Single Man'deki Charley rolüyle bu sıfatı boşuna hak etmediğini bir kez daha ispatlıyor. Buruk gülümsemelerinin yerini yukarıda sözünü ettiğimiz muhteşem kahkahalar alıyor. Kocası tarafından terk edilmiş olsa da kırgınlığını hiç belli etmiyor ve kendisini dışlanmış hisseden bir adamın en yakın dostu oluyor. Hem içine kapanık hem dışa dönük. Öyle görünmese de, Moore yine sınırlarını zorluyor.